20 Nisan 2016 Çarşamba

Nefret tercih değil suç olsun/bana haklarımı ver sevgin senin olsun #kaplumbağaları bizim meselelere karıştırmayın, almayın ve satmayın

Bozacağım slogan, Uluslararası Af Örgütü’nün “Gay Turtle” diye anılan videosunun sonunda beliriyor. Sloganı didiklerken yer yer videodan da söz edeceğim ama yazının sınırlarını belirleyen video değil, slogan:



Öncelikle “nefret etmek tercihtir” sloganından başlayalım.

“Nefret suçu” diye bir suç var. Nitekim bu slogan belirmeden hemen önce, videonun yazılı kısmının başında, “son beş yılda homofobi ve transfobi nedeniyle yüzlerce nefret suçu işlendi” diye son derece muğlak, ne idüğü belirsiz bir şekilde de olsa “nefret suçu” diye bir suç olduğu belirtiliyor. Nefret suçu 2014’ten beri Türk Ceza Kanunu’nda da yer alıyor ve TCK’ya bu maddenin dahil edilmesinde lgbti örgütlerinin mücadelesinin azımsanmayacak bir payı var. Lakin bu katkıya rağmen, maalesef nefret suçunun kapsamına “cinsel yönelim” ve “cinsiyet kimliği” dahil edilmedi ve nefret an itibarıyla lgbti’lere yöneltildiğinde suç sayılmıyor. Başka bir deyişle TCK, eşcinsel ve translara yönelik nefreti, tıpkı bu sloganın önerdiği gibi, kişilerin kendi tercihine bırakmış durumda.

Lakin hem bir çok ülke vatandaşlarına nefreti tercih etme hakkını tanımıyor hem de bu ülkedeki eşcinsellerin bizzat kendileri, nefretin suç olduğunu ve suç kabul edilmesi gerektiğini öne sürüyor, bunun için mücadele ediyor ki Uluslararası Af Örgütü’nün bundan haberdar olmaması mümkün değil. Nefretin suç olması gerektiğini düşünen bir noktadan duyulduğunda bu slogan kulağa, “cinayet tercihtir”, “tecavüz tercihtir” gibi cümleler nasıl gelirse, aynen öyle geliyor. Nitekim bu slogan, videoda nefret cinayeti istatistiklerini belirten bir cümlenin hemen arkasından belirdiği, yani nefreti doğrudan cinayete zaten kendisi bağladığı için, bu tını çok daha bariz hale geliyor. Nasıl ki “cinayet bir tercihtir, tercih etmeyin bunu, değiştirin tercihlerinizi” demek mevzuyu en hafif tabiriyle hafife almak olacaksa, aynı şey nefret için de geçerli. Nefret cinayetinden şu kadar insan ölüyor yazıp, hemen arkasından “nefret tercihtir” dersen, “nefret cinayeti tercihtir” demiş durumuna düşersin. Kısacası tercih edilesi slogan olsa olsa şu olabilir:

Nefret tercih değil, suçtur.

Öte yandan nefret tercih değildir çünkü, nefrete, hele de eşcinsel ve translara yönelen nefrete, bir alternatif sunmuyor düzen. Heteronormatif düzen, tam da nefretten başka tercih hakkı sunmayan, nefretten başka tercih olmadığını, olamayacağını belleten düzenin adı. O kadar ki, eşcinseller bile kendilerinden nefret etmek dışında bir çıkar yol, zor buluyor. Eşcinsel nefreti kişinin doğduğu andan itibaren ona aşılanan, öğretilen, dayatılan bir şey. “Heteronormatif bir düzen var” demek, tam da bu demek: Sistemli biçimde, egemen kültürün her tür aygıtı kullanılarak sürekli insanların bu konuda beyinleri yıkanıyor. Nefret etmeyi aile, eğitim ve öğretim müfredatı, akran zorbalığı ile mahalle baskısı öğretiyor, belletiyor, dayatıyor insanlara, kafasına vura vura. Televizyon programlarında, reklamlarda, sinemada, medyada pompalanıyor nefret durmaksızın.

Tam da bu yüzden videonun hedef kitlesi olsa olsa doğru tercihi yapmış olmanın haklı gururuyla gerinerek kendi sırtını sıvazlamaya ve üstünlük taslamaya tamah edecekler olabilir. İçindeki nefretle mücadele noktasından mücadeleye başlamış, en yakınındakilerin nefretiyle mücadele ederek devam etmiş eşcinselleri içerdiğini de sanmıyorum bu hedef kitlenin. Daha ziyade, “cahil” olmamayı da tamamen bir “tercih” sayan, eğitimin dünyada ayrıcalıklı konumuna kör kalacak kadar sınıfının at gözlükleriyle sınırlandırılmış bir bakış açısından, “yoook artttık”lanabilir, videodakiler bence. Oysa egemen kültürün eğitiminden herhangi biri azade kalabilse, yani “cahil” olabilse, bu kadar yaygın olmazdı nefret elbette.

Video izleyicisini, en iyi ihtimalle homofobik bireyleri küçümsemeye, onlara gülmeye davet ediyor (tabii bir yandan da sevimli kaplumbağaya acımaya, empati marifetiyle “fena olmaya” da davet ediyor.) Nitekim gülünüp geçilmesi gereken bir videonun neden bu kadar ciddiye alındığını sorgulayan tuzukuru troller de var sosyal medyada. “Küçümseme” ve “alayın” tam da homofobinin üslupları olduğunu es geçerek, homofobik bireyleri küçümsemenin homofobi gibi vahim sonuçları olan bir olguyu küçümsemek olduğunun farkına bile varmadan. Pet shop’tan içeri adımımı atmam (bana sorsanız suç kapsamına alınması gereken bir başka olgu da “pet shop”tur) ama bana da dükkanda “tercih” ettiğim kaplumbağanın gay olduğu söylense, satıcının benim gay olduğumu anladığını ve benimle alay etmek için bu saçma sapan lafı ettiğini düşünür, dükkanı hışımla terk ederdim. O halde sözde “sosyal deney”inize, gülünesi homofobik olarak ekleyin beni de.

Özetle sistematik sorunları bireysel tercih gibi sunmak, arkada yatan sistemin devamını garantiye alır olsa olsa. Egemen kültürün öğrettiğini “cahil”lik sanmak, egemenin ateşini karmaktır. Özetle: nefret bireysel tercih değil, sistemin dayatmasıdır. Sisteme direnmenin ilk adımı, içinize yerleştirilmiş nefretle mücadele etmektir. İçinizdeki nefreti yok saymak için, başkalarının nefretini küçümsemek, bir nefret etme biçimidir. Nefret ederek nefretle mücadele edilmez. Bir nefret biçiminin yerine bir başkasını geçirmekten ibaret olmamalıdır mesele.

Tabii bir de şu var: “nefret tercihtir” sloganı, başka bir sloganı çağrıştırmak için var: Lgbti hareketinin açık ara en ünlü sloganı, “tercih değil yönelim”i. Yani diyor ki, “eşcinsellik tercih değildir, asıl eşcinsellerden nefret etmek tercihtir”. Yani diyor ki “eşcinsellik doğuştandır ve değişmez ama nefret sonradan olmadır değiştir gitsin”. “Tercih değil yönelim” bozmalara doyamayacağım bir slogan, bambaşka bir yazıya bırakacağım hak ettiği gibi etraflıca, evire çevire bozmayı. Yine de, “velev ki tercih”cilerden bile daha sekter konumumu açıklama işine girişmeden, burayı ilgilendirdiği bir yönününe parmak basmadan geçemeyeceğim. “Tercih” kelimesinin neredeyse homofobi göstergesi sayılacak hale getirilmiş olmasında, “tercihse kolayca değişiverir” inancının yattığına şüphe yok. Keşke hayatta değişim bu kadar kolay olsaydı diyesi geliyor insanın. Ama işte “nefret tercihtir” sloganını benimseyenler de, tercih olduğunu anladığın anda mevzunun biteceğini sanıyorlar belli ki. Sanırsın ki değişebileceğini bilmek, değişmeyi garantiliyor. Onun için koskoca örgüt, malumu beyan etmenin en fena yolundan başka bir tercih bulamamış, “nasıl değişecek bu nefret” konusunda en ufak bir öneri sunayım dememiş. Yok tabii aslında sunmuş, “nefret edeceğine sev” diyor sonuçta videomuz. Bu da bizi sloganın ilk cümlesine geri getiriyor:

“Sevgi kalpten gelir”

Sahiden ne demek bu? Kalbin varsa seversin mi demek? Sevgi nefes almak gibi otomatiktir mi demek? Sevmek doğaldır kendini suni olarak kasmazsan zaten seversin mi demek? Beyne, akla, bilince, emeğe gerek yok, kalp sevgiyi kendiliğinden üretir mi demek? Kalbi olan yani her canlı zaten sever mi demek? Buyrun tercih sizin, artık ne anlıyorsanız. Sevgi konusunda hamasi laf bol zaten, onlara ekleyiverin gitsin. Sevgi koşulsuzdur, bırakın sevgi kazansın falan da filan. Ama tabii videonun sunduğu sevgi koşulsuz falan değil. Köle pazarında satılıp, ömürboyu hücreye kapatılan kaplumbağalar sevimlilikleri oranında sevgi görüyorlar en iyi ihtimalle. Sevginin bedeli özgür olmamak, mal muamelesi görmek, başkasının keyfi için yaşayıp ölmeye eyvallah demek. Sevgisi böyle olanın, nefreti tercih edilebilir gerçekten de.

Bir kere şu konuda anlaşalım: kimse eşcinselleri sevmek zorunda değil. Eşcinsellerin de bekledikleri sevgi değil. Eşcinseller haklarını talep ediyorlar, o yüzden nefrete suç diyorlar zaten. Oysa önce, sevgi kalpten gelir deyip sonra nefret tercihtir dediğinizde, nefreti bir duygudan ibaret gibi yansıtmış oluyorsunuz. Hak hukuk terminolojisinin dışına çıkacak bir kelime arıyorsan illa, sevgi değil saygı bekliyor gayler.  Saygı bir tercih değil, misal yasalara, mahkeme kararlarına “saygı duymuyorum” deme hakkına sahip değil kimse.

Ama “sevgi kalpten gelir” ile, aynı sloganın İngilizcesi olarak sunulan cümle arasında da bir fark var. “Love is love” lafının doğru Türkçe karşılığı: “aşk aşktır” olmalı, ki bu haliyle daha önce de eşcinsel haklarını özellikle de evlilik hakkını savunmak için kullanılmış bir slogan çıkıyor karşımıza. Slogan, “aşkın eşcinseli, heteroseksüeli olmaz, aşk aşktır” anlamına gelecek bir argümanın, totolojik olduğu oranda akılda kalan kısmından ibaret. Ve yine bozmalara doyamayacağım bir slogana gelmiş oluyoruz böylece. “Aşk Aşktır” sloganı ile aşkın ne kadar da farklı çeşitleri olduğunu fark etmemize vesile olabilecek eşcinsellik, tam tersine, aşkın tek ve bir olduğunun kanıtlarından birine dönüştürülüyor: Tek dil, tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek aşk.

Tabii şu da var: Aman ha eşcinselliği cinsel bir mesele sanmayın, aslen aşktır aşk. Çünkü seks kötüdür ve ancak ve ancak yüce bir aşkla temize çekilebilir. Çünkü aşksız seksi savunmak kabul edilemez ama korkmayın farkı fark edecek konumda olsalar bile eşcinseller tıpkı sizin gibi aşkın olmadığı yerde haşa seks olmazmış gibi yapacaklardır. Hadi ordan demek istiyorum. Hayır seks, aşk ile yüceltilmeye, evlilikle evcilleştirilmeye muhtaç, aksi takdirde facialara yol açacak bir şer değil.  Ve eşcinseller, siz onlardan nefret etmeyeseniz diye, “aşk olmadan seks olmaz” düsturunuzun hapishanesine gönüllü girmek zorunda değil.

Lakin, aynı cümlenin Türkçe’sinde aşk değil, sevgi kelimesini tercih edince konu buraya bile gelemeden çok daha geri bir noktada takılıyor. Türkçe versiyonda mevzu eşcinsellerin birbirine duyduğu aşk değil, eşcinsellere duyulan sevgi haline geliyor: Hayvanları sevelim, eşcinselleri sevelim, güzel Türkçemizi sevelim, bayrağımızı sevelim, vatanımızı sevelim.

Beni ne sev, ne de nefret et. Tanımam etmem, neden duygusal bir ilişkimiz olsun ki zaten. Ne evcil hayvanın, ne de zararlı mahlukatın olayım. Senin olmayayım, başıma buyruk olayım. Mümkünse senle ilgisi olmayan bir farklılığa yaşam hakkı tanıyıver ki, aramızda saygılı bir mesafe kuralım ve bu mesafeyi koruyalım.

Zira nefretin kadar mütecaviz sevgin. Homofobikler kadar yaralayıcı, homofobiye karşı duruşun.

Şimdi elindeki kaplumbağayı yavaşça doğaya bırak ve git kendini çok sevdirmeden.

17 Şubat 2013 Pazar

Aile tüm kötülüklerin anası, tektipleştirme makinasıdır

Burada filmle ilgili bir şey yazmayacağımı beyan etmiştim, yazmayacağım da. Bu filmle ilgili bir yazı değil. Zaten filmi görmedim, göreceğimi de hiç sanmam. Bu yazı, sloganla ilgili, filmin iki parçalı adı ile afişinin biraraya getirerek oluşturduğu sloganla. Benim Çocuğum: Bir Aile Filmi.



“Benim Çocuğum” dilbilgisi açısından yakından bakılmayı hak eden bir başlık. Çocuk kelimesine eklenen iyelik eki, sahiplenme anlamı taşıyor. Başka bir deyişle, “çocuğum” demek, zaten “çocuk benim” demekle aynı şey. “Benim Çocuğum” demek ise, çocuğu iki kez “sahiplenmek” anlamına geliyor. Bu çifte sahiplenme, hem baştan, hem sondan zapturapt altına alıyor çocuğu. Çocuk arada sıkışıp kalıyor, “sahipleri” ise bu kısacık cümleden aslan payını kapıyor. Böyle bakıldığında, başlık çok başarılı zira, projenin meramını özetliyor.


Afişte yer alan ayakkabılarla bu çifte sahiplenilmiş çocuk kelimesi birleştiğinde ortaya başka bir vahim durum daha çıkıyor. Malum “çocuk”, hem bir ailevi konumu, hem de insan yaşamındaki bir dönemi ifade eden bir kelime. Bu kelimenin anlamlarından ilki, kişinin belli bir ilişkiler ağındaki daimi yerini, ikincisi ise yaşam döngüsündeki gelip geçici süreçlerden birini imliyor. Bu patikler “benim çocuğum” ibaresine eklenince, söz konusu çifte kavrulmuş çocuk, ailevi konumu itibariyle çocuk olmaktan çıkıyor ve çoktan gelip geçtiği bir evre olan çocukluğa geri döndürülüyor, buraya kitleniyor. Başka bir deyişle, an itibariyle reşit yetişkinler olan bir takım lgbt bireyleri, kendi adlarına karar verme hakkı olmayan, korunmaya muhtaç, anne babalarının hükümranlığındaki bebek muamelesi görmüş oluyor.

Çeşitli röportajlarda filmin isminin seçimine getirilen açıklama şu: “Kızım” veya “oğlum” gibi cinsiyet belirten sözcükler yerine, “çocuğum” tercih edilmiş. Tabii bu açıklama, yukarıdaki sorunların hiçbirini “açıklamıyor”. Hem zamir, hem ekle vurgulanan sahiplenme de, patiklerle yaratılan “çocuk” çağrışımı da baki kalıyor. Patiklerin renginin mavi ya da pembe olmaması, bebekleştirmeninin de olmadığı anlamına gelmiyor. Lgbt yetişkinlerine çocuk muamelesi yaparken, cinsiyet ayrımı yapmıyor olmanın derin huzuruna erebilirsiniz tabii. Gerçekten de tüm bu stratejiler, çok önemli bir huzura ermek için aslında: bu “çocuklar”, ister kız ister oğlan olsunlar, “bebek” çağrışımlarına sahip olurlarsa, işin içinde haşa bir cinsellik olmayacağını garantileyebiliyoruz. Kısacası, cinsellik denince huzuru kaçan bir milleti yatıştırmanın en etkili yolları aranıp bulunmuş gibi gözüküyor.

Sloganımızın daha da sorunlu ikinci kısmına, tam da burada bağlanıyoruz: Bir Aile Filmi. Burada “aile”, hayli evrensel bir toplumsal birimin, bir kurumun adı olarak değil de, “aileye mahsus”, “aile salonumuz yukarı kattadır”, “hop aile var” falan gibi cümlelerde kullanıldığı, son derece bize özel anlamıyla yani, “ar, namus haya” garantörü anlamında kullanılmış oluyor. Aile Filmi, aile lokantası gibi bir şey: Aileler için, ailelere özel, aileler tarafından yapılan bir film olduğunu belirtiyor, sapları, sapıkları kapıda bırakıyoruz bu ibare ile.  Aile filmini, ailenizle rahat rahat görebilirsiniz, içinde cinsellik olmayacak, ayıp ve yüz kızartıcı kelimeler geçmeyecek, misal asla bir lezbiyen ya da gey görünmeyecek beyazperdede. Aile Standartları Enstütüsü onaylı filmimizde, sinema salonundan içeri damsız girilmeyecek, herkes haddini bilecek, hizaya girecek, ailenin kutsiyetine kem gözle bakılmayacak, ana baba sözünden çıkılmayacak, herkes vatana ve millete faydalı evlatlar olmayı bir kez de bu film vesilesiyle belleyecek.

“Bir Aile Filmi” sloganını görünce sinema salonuna girmek istememin sebebi de bu zaten. “Aileye mahsus” ibareleri, tam da benim gibileri dışarıda bırakmak için var zira. Bu film, yönetmenin özel isteği ile İf Bağımsız Filmler Festivali’nde lgbt filmlerinin gösterildiği “Gökkuşağı Filmleri” isimli bölümde gösterilmiyor. Öyle ya ne işi var bir aile filminin o sapık filmlerin arasında. “Benim Çocuğum” festivalin “Ev” başlıklı bölümünde gösteriliyor. Hani “bekara ev yok” da adı geçen ev, aile kurumunun ilk ve olmazsa olmaz adımı “evlilik” kelimesinin kökünü oluşturan “ev”. Benim bu “ev”de yatacak yerim yok, zira aile denen kurumun neresinden tutsanız elinizde kalacağına inanan biriyim. Hayatımda yaptığım ilk entellektüel faaliyet, 18 yaşında “Aile Sorgulanıyor” isimli kitabı çevirmek oldu. Aileyi bağırına basmadan önce biraz olsun eleştirel mesafe kazanmak isteyen, aile kurumunun tarih boyunca üstlendiği işlevleri öğrenmeye heves edenlere hala şiddetle tavsiye ederim. (Gerçi mümkünse çevirisinden okumayın zira henüz ne İngilizcesi, ne Türkçesi yeterince yetkin olmayan yeniyetme versiyonum tarafından çevrilmişti.)

İlk öğretimde öğretilen nadir gerçeklerden biridir, gerçekten de “aile toplumun temel taşıdır”. Aile kurumu var oldukça, temelde bir şey değişmez toplumda.  Toplumda yanlış olan ne varsa, aile kurumunda temellenir ve topluma yönelttiğiniz herhangi bir eleştirinin ucunun aile kurumuna değmemesi mümkün değildir. Hele de sosyal devlet mevhumundan hiçbir açıdan nasibini almamış bizimki gibi toplumlarda, aile handiyse devlet demektir. Ama devlet, ordu, polis gibi nice kuruma eleştirel yaklaşanlar bile, iş aile kurumuna gelince yelkenleri suya indiriverir. Aile, okul, ordu, fabrikadan farklı olarak içine girenleri öğütüp biçimlendiren bir kurum değil de, alternatiflerini bireylerin yaratabileceği son derece esnek bir yapıymış gibi sunulur. Bu esneklik tam da sizi kişi olarak muaf tutmak için uydurulur. Çünkü çocuğunuz varsa, zaten “aman yanlış bir şey mi yapıyorum” diye sürekli kıvranmaktasınız ve çocuksanız daha doğduğunuz anda hanenize yazılan borcun altında ezilmektesiniz. Hal böyleyken, ne yaparsanız yapın kurum tarafından biçimlendirildiğinizi, boşa kürek çektiğinizi duymaya tahammülünüz yok. Üstelik öteki kurumlarla aranızdaki zincirler, ailedeki gibi sevgi ile mühürlenmiyorlar. Kısacası akıl tutulması, tam da aile lafı edince başlıyor, aileyle birlikte duygular alemine yelken açılılıyor, aklı selimin kıyısından uzaklaşılıyor.  

Nitekim benim çocuğum filmini çekme fikri, hüngür hüngür ağlayınca gelmiş yönetmene ve aileden sorumlu bakanlığın çalışanlarını filme gelip birlikte ağlamaya davet ediyor. Ayşe Arman da hüngür hüngür ağladığını beyan ediyor filmi izlediğinde. Evet, aileler ile hüngür hüngür ağlatan duygusallıklar, gerçekten elele gidiyorlar hep. Hem sinemada, hem tarihte, hem de misal bu aralar filmlerden önce gösterilen “Karaca Porselen Takımları”nın reklamlarında. Sisteme entegre olmanın daha kestirme yolu yok kuşkusuz, aileden vuracaksın, ağlatacaksın. Ağlamayana meme yok, dilenmeyene hak yok, acıklı hale düştüğünü kanıtlayıp, bedelini peşinen ödemeyene eşit muamele yok. Önce ailenin, herşeyden değerli olduğu konusunda çoğunlukla hemfikir olduğunu kanıtlayacaksın. Ne kadar “marjinal” görünürsen görün, ana babanın sözünden çıkmadığını, “iyi aile çocuğu” olduğunu göstereceksin. En önemlisi aile, onu oluşturanlar kimse odur sanacaksın, içine gireni öğüten bir makina olduğunu görünmez kılacaksın. “Bak tüm aileler öldürmeye kalkmıyormuş çocuklarını bazıları da onlar adına mücadeleye giriyormuş demek aile illa da kötü bir şey değilmiş” diyeceksin. Aileye bir destek de senden gelecek, o zaman işte haklarına da kavuşursun.

“Ağlamayana meme yok” tabii de, artık meme emme yaşını geçtiysen, bebek yerine konmayı da, haklarını ağlaya zırlaya dilene elde etmeyi de, zaten hakkın olanı talep etmek yerine, sadaka ister gibi rica etmeyi de, teyzelere ne de cici çocuk olduğunu sahnelemeyi de, ağzına zorla, “senin iyiliğin” için meme dayamaya kalkılmasını da istemeyebilirsin. Saygın, beyaz Türk, heteroseksüel aile bireylerimiz, herşeyi doğru ve düzgün, kuralına uygun, hizaya girerek yaptıkları halde, “çok şanssız” oldukları için, başlarına bu “büyük bela” geldi, lgbt çocukları oldu diye ağlamak aklına gelmeyebilir. Hatta tam da bunu ağlanacak birşey olarak gördükleri, gösterdikleri için kızabilirsin. Yıllarca kabul etmediklerini, her çareyi arayıp, her tür baskıyı uyguladıklarını anlattıktan sonra çocuklarının “özrünü” kabul etmelerini kahramanca bulup alkışlamak yerine, özür bile dilemiyor olmalarına, çocuklarına özürlü muamelesi yapıyor olmalarına hiddetlenebilirsin. Lakin o vakit, hayırsız evlat, nankör çocuk, marjinal sapık, insan muamelesi görmeyi haketmeyen tehlikeli aile düşmanı oluverirsin. “Aile elden gidiyor” çığlıklarıyla üzerine doğru koşmaya başlar, aileyi koruma kanunlarını kuşanmış, aileyi kollama bakanlıklarından onay almış ezici çoğunluklar.

“Marjinal değil, senin benim gibi insanlar” diyor hem yönetmen, hem Ayşe Arman filmdeki aileler için. Sanırım dananın kuyruğu burada kopuyor. “Senin benim gibi insan” olmayı matah sayanlarla, saymayanlar arasındaki fark belirleyici olan. İnsanın “senden, benden” çok farklı, hayal bile edemeyeceğimiz tezahürleri olabileceğine, dünyada varolmanın kendi ana kucağımızdan görülenden bucak bucak farklı tarzları bulunabileceğine inananlar için bir filmin cazibesi “senin benim gibi” olanı, seni, bana indirgeyeni izlemek değil. Queer olanla olmayan, ana akım olanla yoldan çıkan, iyi aile çocuğu ile onun bunun çocuğu arasındaki farka denk düşüyor bu. Dünyanın birbirinden farklı, çeşit çeşit insanla dolup, rengarenk olmasını mı istiyorsunuz, herkesin sizin gibi olmasını, tektip olmasını, griye çalmasını mı tercih ediyorsunuz? 

İlkini tercih edenler için fark, neşeyle kucaklanacak birşeydir, ikinciyi tercih edenler için ise fark, ağlayarak katlanacak birşeydir. Dolayısyla, ikinciyi tercih ediyorsanız, “Benim Çocuğum”a gidip ağlarsınız. Zira film, kendinden farklı olana husumet duyan, farklı olanın hakkını ancak empati yoluyla, yani ne yapıp edip, kendine benzetecek bir bakış açısı yakaladığında ancak teslim edebilen, aile fabrikasında seri üretilmişler için biçilmiş kaftan.
Bu arada tabii bu filmde, henüz kendi hikayesini kendisi çıkıp anlatmamış, anlatmayı seçmemiş bazı “çocuk”lar da var. Onların adına ana babaları konuşur, çocuklarının hikayesini kendi bildikleri gibi anlatırlar, çocuklarının hayatının başrolüne de yine kendilerini yazarlar. Öyle ya, sistemin istediği gibi yaşamasını engellediği, hem de çocuklarını besleyip, büyütüp, okutacak parayı kazanmak adına, aileye zincirleyerek engellediği ana babalar, yaşayamadıklarının acısını çocuklarının yaşamını emerek çıkarmayacaklar mı?

Neyse duygusuz, sinik, aile sevgisinden nasibini almamış biri olduğumu düşünüp geçin bunları bence. Ben de Şule Gürbüz’ün mizahına sığınayım iyisi mi: “’Aile ne manasız gaile’ sözü belki derin değil, hatta gayet hafif ama ben bu sözü ağzımla söylerken, söz ağzımdan vallahi ayaklarıma kadar kayarak iniyor da ben uçarı bir zevkle ve ‘Evet, tam da öyle,’ düşüncesiyle kaydıraktan kayıyor, kayarken neşeyle etrafa bakıyor gibi oluyorum.” 

Demem o ki, biz “aile düşmanları” hiçdeğilse şen şakrakız, siz aile meraklıları ağlamaya devam edin. Ya da Bahadır Baruter’in ailenin sözde mutluluğunun gerçek yüzünü ifşa ettiği sergisinin adıyla, hoşçakalın: “Senin ailen bir yalan yavrum”.


21 Mayıs 2012 Pazartesi

Fahişeleri Kurtarmaktan Vazgeçin


Yeni sloganımız bir sosyal sorumluluk projesinden. İnsanları bilinçlendirmeye soyunan bu sloganımız, ünlü yıldızların elinde tuttukları pankartlar biçiminde tasarlanmış. Neresinden tutsanız elinizde kalacak kadar çok ve sorunlu ideolojiyi kısa bir cümleye sığdırmayı başarmış, ‘boz beni’ diye yalvaran sloganlardan: “gerçek erkek, kız satın almaz”:




İkisi de birbirinden vahim, iki dev sorun var bu sloganda. Önce anlatması daha kolay olandan başlayayım, yani şu ‘gerçek erkek’ mevzuundan.

Gerçek erkek ne? Daha da önemlisi, hangi erkekler, ‘gerçek erkek’ değil? Evet bu sloganın ima ettiği ortada: kadınları mal olarak gören, mallarını da hor kullanan, tecavüzcü Coşkun lezzetinde bir takım erkekler, gerçek erkek değilmiş. ‘Erkekliğinizden emin olsanız, kızları satın almazdınız’ demeye getirilmiş. Sanki bu iktidar düşkünü, kadınlara mal muamelesi yapan erkekleri var eden tam da, ‘gerçek erkek’ kavramı değilmiş gibi. Bu erkeklik denen bela, her an kanıtlanmak zorunda olan, her an elden gidebilecek bir hayat memat meselesi olarak tanımlanıp durmasa egemen kültürde, böyle erkekler kendiliğinden ortaya çıkarmış gibi. Kısacası bu slogan, eleştirir gibi gözüktüğü bir erkeklik tipini yaratan kültürel etmenlerden biri.

Tabii şu anlamda çıkartılabilir slogandan rahatlıkla: ‘gerçek erkeğin kadına boyun eğdirmek için, yatakta istediğini almak için para vermeye ihtiyacı yoktur. Gerçek erkek zaten ne para, ne de zor kullanmadan bu sahte erkeklerin sahip olduğu kadınlara sahip olur.’ Kötü niyetli bir okuma bu, ne sloganı yazanların, ne de elinde tutanların demek istediğinin bu olmadığı belli. Belli de, insan ağzımdan çıkanı kulağım duymadı deyince, yırtmış mı oluyor yani bu vebalden?

Öte yandan hem sloganı yazanlar, hem de elinde tutanlar şunu gayet iyi biliyorlar: İçinde yaşadığımz dünyada, ‘sen gerçek erkek değilsin’ denilen erkekler, kadına mal muamelesi yapanlar değil, eşcinseller ve transerkekler. Bu yüzden de bu slogan hem homofobiyi, hem de transfobiyi besliyor.

Ama bunlar sloganın görece daha ‘masum’ yanları. Asıl büyük sorun, bu sloganın asıl amacında gizli.
Bu slogan, ‘trafficking’ yani ‘insan ticareti’ olarak  anılan, Türkçede ‘beyaz kadın ticareti’ olarak yer etmiş olan ve ne idüğü son derece belirsiz bir olguya karşı yürütülen bir kampanyanın parçası.

Evet yanlış duymadınız ne idüğü belirsiz dedim. Tabii sizin hemen gözünüzde birşeyler canlanıyordur, sansasyonel bazı imgeler, öcü masalları falan. Ama bunlar, konuya dair sloganlardan, slogan formunda dayanaksız bir takım istatistiklerden ve duygu sömürüsü dozu yüzünden neye uğradığınızı anlamadan hemen infiale kapılıp dehşetlere düştüğünüz videolardan falan devşirilmiştir. Yeşilçam ve Hollywood da elele verip, kafanıza bazı imgeler yerleştirmiştir illa ki. Boşuna değil sloganımızın ardında Hollywood yıldızlarının durması.

Gerçekten de sloganımız bu açıdan dahiyane, ‘insan ticareti’ni kelime olarak kullanmıyor bile. Onun yerine ‘satın almak’tan dem vuruyor ve hemen, bütün ticaret karşıtı kampanyaların itinayla yarattıkları bir kafa karışıklığını oluşturuveriyor muhatabında. ‘Satın almak’ bir yandan insanların mal gibi alınıp satılmasına, yani köleliğe işaret ediyor. Nitekim ‘insan ticareti’ne modern kölelik deme adeti var. Öte yandan, hemen her dilde fahişeliğin ‘kendini satmak’, ya da ‘bedenini satmak’ olarak anılmasını çağrıştırmayı kendine borç biliyor.

Yani bu sloganı ‘erkek adam parayla seks yapmaz’ diye de okumak mümkün, ‘erkek adamın kadın tacirleriyle işi olmaz’ diye de. Şu sahici erkeğimizin, fahişelerden mi uzak durması gerekiyor, yoksa insan tacirlerinden mi belli değil. Çünkü belli ki, fark etmiyor. Belli ki bu sloganı yazan ve paylaşanların gözünde fahişelik ile insan ticareti arasında bir fark yok. Oysa şöyle DEV bir fark var ikisi arasında: Bir tanesi kişinin kendi rızası ile yapılıyor, diğeri ise rızası olmadan.

Bu farkın fark edilememesi, ‘kadın ticareti’ olgusunun ayrıştırılamaz bir parçası. Kadın ticareti, kadınlara ‘zorla fuhuş yaptırtmak’ anlamına geliyor. Bilindik kadın ticareti senaryosu, genelikle kaçırma, alıkoyma, tehdit, şantaj ve fiziksel şiddet uygulamayı da içeriyor. Gelgelelim sokaktan geçen gelişigüzel yüz kişiye ‘beyaz kadın ticareti’ ne demek diye sorsanız çoğunluk size ‘fuhuşun kibarcası’ diyecektir. Yani işin ‘zorlama’ kısmı tanımdan düşecektir. Bu bir cehaletten kaynaklanmıyor. Ya da kaynaklanıyorsa bile bu ele aldığımız slogan gibi kampanyaların özellikle yarattıkları ve yaydıkları bir cehalet. Dezenformasyon denen şey yani.

Nitekim egemen kültür bizi her vesileyle fahişeliğin zaten ancak ‘zorla’ olabileceğine inandırmaya çalışıyor. Hiçkimse kendi hür iradesiyle fahişe olmayı seçemezmiş, fahişeliği bir iş olarak tercih edemezmiş gibi davranılıyor. Hal böyle olunca, fuhuş ile ticaret arasındaki farkı fark etmek de mümkün olmuyor.

Misal İngiltere’de insan ticaretini yasaklayan kanunlar, ‘rıza’ aramıyorlar bile. Göçmen bir kadın, kendi rızası ve tercihiyle seks işçiliği yapıyor olsa bile, insan ticareti mağduru sayılıyor. Peki tüyler ürpertici ticaretin kurbanı sayılan bu kadına ne yapılıyor dersiniz, sınırdışı edilerek kurtarılıyor!!!
Londra’da, olimpiyat köyünün etrafında yaşayan seks işçilerini temizlemeye çalışan polis, oturma ve çalışma izni bulunan, 25 yıldır İngiltere’de yaşayan, Brezilyalı bir seks işçisini, kadın ticareti mağduru, onu havalanından karşılamaya gelen sevgilsini ise, insan taciri olarak tutuklatmaya kadar vardırabiliyor bu işi.

Dahası İngiltere’de ‘insan ticareti şikayet hattı’ var, aradığınızda doğrudan göçmenlik bürosu çalışanlarına bağlanıyorsunuz, hayat kurtarıyorum sanarak, birisinin apar topar sınırdışı edilerek hayatının karartılmasına katkıda bulunuyorsunuz.

Yani ‘ticaret bahane, yabancı düşmanlığı şahane’. Eskiden yabancı düşmanlığıyla, ırkçılıkla suçlanan polis ise, ‘insan ticareti’ bahanesiyle, bir de kurtarıcı kahraman konumuna geliyor. Ama Batı’nın kurtarmak adına uyguladığı şiddetle ilk kez burada karşılaşmıyoruz öyle değil mi? Demokrasi getiren bombaların yanında, seks kölelerini özgürleştiren, fahişeleri aile yuvalarına geri postalayan kahramanların lafı mı olur diyeceksiniz. Oysa kahramanlığın büyüğü, küçüğü olmaz. Her kahramanlık gerçek kahramanlıktır ve kahramanlar erkektir.

Yine sarkastik olmaya başladım. Sinirleniyorum çünkü. Gelin bu saçmalığı mümkün kılan varsayımdan uzaklaşalım da sinirlerim yatışsın. Yani kurtarıcılığa soyunmadan önce kurtaracaklarımıza bir kulak verelim. Mesela Uluslararası Fahişeler Birliği’nin çok haklı şu sorusunu evire çevire bir düşünelim:

İnsan ticareti, kaçırma, alıkoyma, tehdit, şantaj, tecavüz, kötü muamele gibi her biri zaten yasalarca yasaklanmış ve ağır cezalar uygun görülmüş suçlardan oluşuyor. Hal böyleyken, insan ticareti diye yeni bir suç kategorisinin yaratılmış olmasının, bu ticaretin kurbanlarına ne faydası var?”

Ve gelin seks işçiliği ile ilgili çok temel bazı noktalarda hemen şimdi anlaşalım:

Öncelikle, ‘seks işçiliği’ teriminin kullanılmasının nedeni, bir tür ‘siyaseten doğruculuk’ değil. ‘Fahişe, kevaşe, vesaire hakaret, o yüzden seks işçisi diyelim’ değil burada mevzu. Ahlakçıysanız, adına ne derseniz diyin zaten mevzuuya aynı at gözlükleriyle bakacaksınız. Değilseniz, fahişe kelimesi size zaten hakaretamiz gelmeyecek.

Asıl mezvuu şu ama:

FAHİŞELİK BİR İŞ. Çalışıyorsun, karşılığında para alıyorsun.

Ve bariz belki ama inatla belirtmekte fayda var: Fahişeler kendini satmıyor, bedenini satmıyor, bir hizmet satıyor. Fahişelik hizmet seköründe bir iş yani. İŞ YAHU BİLDİĞİN İŞ İŞTE, SENİNKİ GİBİ İŞ.

Evet, bu işin birçok çalışanı, işini istemeden yapıyor ama dünyadaki işlerin çoğu için geçerli bu.

Yani, ‘istemeden yapıyorum’ demek, ‘seks kölesiyim’ demek değil. ‘Başka bir iş yapmayı tercih ederdim’ demek. ‘Her işi buna tercih ederdim’ demek de değil. ‘Taksi şöförlüğünü istemeden yapıyorum, imkan olsa da başka bir iş yapsam’ diyen taksi şöförüne nasıl yaklaşıyorsanız bir zahmet ‘işimi istemeden yapıyorum’ diyen fahişeye de öyle yaklaşın. Şöför lafın gelişi, istediğiniz işi koyabilirsiniz yerine misal doktor, mühendis, akademisyen, devlet memuru vs.

Evet, bu işin bir çok çalışanı, zorunluluktan çalışıyor ve yine dünyadaki çoğu insan için geçerli bu.

Yani zorunluluktan çalışmak, illa da kafana silah dayanıyor, insan tacirleri seni kaçırdı, kurtulamıyorsun demek değil. Misal Türkiye’de bir çok seks işçisi, transeksüellere başka hiçbir işe yaptırtılmadığı için seks işçisi olarak çalışıyor. Çok duyarlıysanız bu konuya, insan tacirleri değirmenleriyle savaşacağınıza bir transeksüele iş verin, ‘transeksüellere iş verilsin’ yazılı dövizlerle poz verin, hatta ‘erkek adam transeksüellere iş verir’ yazın da, ironin dibine vurun ve bu tür sloganları paylaşın.

Evet, bir çok çalışan işinin koşullarından memnun değil ama dünyadaki neredeyse bütün işler işin geçerli bu.

Evet, ŞU ANDA çok kötü koşulları olan bir iş seks işçiliği ama bir işin koşulları kötü diye o işi yasaklamıyoruz malum. Tam tersine, o işi yapanların talepleri doğrultusunda, işin koşullarının iyileştirilmesini istiyoruz.

VE son olarak, dünyadaki bütün işler için geçerli olan basit bir gerçeğin daha, bu iş için de geçerli olduğunu kabul edelim artık:

Bu işi hem isteyerek, hem severek yapanlar yani işinden memnun olanlar da var. Hasta değiller, sapık değiller, beyinleri yıkanmış değil, cahil değiller, aptal değiller. Bir hizmet sağlıyorlar, işlerini iyi yapıyorlar, karşılığında maddi ve manevi tatmin oluyorlar. Anlaştık mı? Oldu mu?

Yok yok biliyorum ben, daha anlaşamadık, daha çok yazacağım ben bu konuda.

Gerçekten pek bir duyarlıysanız, seks işçilerinin dertlerini pek bir umursuyorsanız, bir zahmet onlara danışmadan, onlara yardım etmeyin. Amerikan usulü kurtarıcılığa soyunmadan, kurtarıcıyım diye ortaya atılanlara bağışlarda bulunmadan, bu tür saçma sapan sloganları paylaşmadan, seks işçileri bu konuda ne demiş bir sorun. Seks işçileri kendi dertlerini kendileri gayet güzel dile getiriyorlar, örgütlüler, hem bu ülkede, hem dünyada.

Bu noktada akademisyenliğim tutacak ve size bir okuma listesi vereceğim, kusura bakmayın mesleki defermasyon, her işin zorluğu ayrı dediğim gibi:

Eğer İngilizce biliyorsanız ‘Human Rights, Sex Work and the Challenge of Trafficking’i şiddetle tavsiye ederim. http://www.xtalkproject.net/ sitesinde bulabilirsiniz. Seks İşçileriyle ilgili her tür sorunuzun yanıtının yanısıra.

İngilizce bilmiyorsanız, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı’nın 2011’de yayınladığı ‘Seks İşçileri ve Yasalar: Türkiye’de Seks İşçilerine Etkileri ve Öneriler’, iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Ve sizi Pembe Hayat Derneği’nin düzenlediği Seks İşçileri Konferansı’nın bu yıl gerçekleştirilen beşincisinde, seks işçisi, lgbtt aktivisti dostum Buse Kılıçkaya’nın dile getirdiği muhteşem bir sloganla bırakıyorum:

Bütün dünya fahişleri kurtarmaya çalışıyor ama
Asıl dünyayı fahişeler kurtaracak!

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Evlilik ve Eşcinsellik III: Tektipleştirme ve Çeşitlilik


Yine eşcinsel evlilikle ilgili bir slogan bozacağım. ‘Bu son olacak’ diye bir söz de veremeyeceğim doğrusu. Zira sürekli üretilip dolaşıma sokuluyorlar ve herbiri sorunun başka veçhelerini serimliyor. Türkçe meali şöyle birşey sloganımızın: “Benim için çok önemli bir konu gey evlilik, daha doğrusu evlilik. Zira, bu öğlen ‘gey yemek’ değil, yemek yedim ve arabamı ‘gey park’ etmedim, park ettim.”



Bu sloganın da altında bir imza var ama gördüğünüz gibi büyüteç gerektirecek bir fontta ve parantez içinde yazılmış. Yani özlü sözün asıl maharetinin imzadan gelmediği, görsel olarak vurgulanmış. Zaten Amerika dışında pek de bir ünü yok, Emmy ödüllü yazar, yapımcı ve komedyen Liz Feldman’ın. Amerika’da hem ünlü, hem de açık bir lezbiyen olduğunu bilmek, benim için yeterli zaten. Öbür sloganlarımızın altında heteroseksüellerin imzası vardı, hatta sloganı söylemekle fahri eşcinsel payesine kavuşulmaktaydı. Bu kez söz bizzat bir eşcinsel tarafından dile gelmiş.

Sloganın, daha önceki iki slogandan bir farkı da, ‘özlü söz’ olmanın sınırlarını zorlayacak kadar uzun olması. Esprili, hatta alaycı bir üslup, ters köşeye yatırma taktiği, vuruculuk ve akılda kalıcılık açısından ise bir sloganda aradığımız herşeye sahip. Ayrıca tipografi ile, görsel olarak da sloganın etkisi pekiştirilmiş. Nasıl ki imza paranteze alınarak etkisi ikinci plana atıldıysa, aynı biçimde büyük yazılan kelimeler, sloganı okumasanız bile özünü ister istemez algılayabileceğiniz şekilde seçilmiş. Yani tipografi sloganın uzunluğunu kısaltmaya, alıntının içinden bir slogan daha çıkartmaya yönelik. Göz ucuyla bakanlar için sloganımız ‘Eşcinsel evlilik EVLİLİKTİR’ diye de okunabilir yani.

Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, ‘Gelin şu eşcinsel kelimesini atalım gitsin’ önerisiyle geliyor slogan karşımıza. Sloganın uzun versiyonunda defalarca tekrar eden kelime, ‘gey’ ne de olsa.  Sloganı sahiplenenlerin dediği şu yani: bakın işte ne kadar da gereksiz uzatıyor herşeyi, lafı dolandırmaya, kulağımızı tersten göstermeye neden oluyor bu kelime. Ne kadar ‘silbenisi’ var şu tekrar eden kelimenin değil mi? Bak özlü söz bile edemiyor insan bu kelimeyi herşeyin başına koyacağım ısrarından. İyisi mi atalım şu kelimeyi gelelim sadede. Siz de rahat edin, biz de. Bir daha da siz, biz, ayrı gayrı olmasın.

Bir önceki sloganda da söylemiştim: bu evlilik mevzuu, tam da bunu yapmak için var zaten, gey kelimesini silmek için, içini boşaltmak için, açıkça yok etmek için. Yokedilme korkusuyla gizlenmekten bıkan, yoksayılmaya isyan eden, eşcinselim demekten ‘onur’ duyduğunu kanıtlamak için onur yürüyüşleri düzenleyen eşincinsellerin geldiği nokta bu. Artık asıl talep, eşcinsel kelimesini ortadan kaldırmak, kullanmamak. Utandığından değil, gereksiz bulduğundan, olmayan bir farkı varmış gibi yaptığından.

İlk sloganımızda da değindiğim asimilasyon yanlısı eşcinsel hareketinin politik duruşunun özeti bu slogan. Bu hareket eşitliğe giden tek yolun, aynılıktan geçtiği inancı üzerine inşaa ediliyor. Çok pragmatik bir hareket bu yani mevcut sistemden, en kısa sürede, en çok hakkı koparmak için geliştiriyor  stratejilerini. Sistemin kendisiyle hiç bir derdi yok, tek derdi dışında olmak, sistemin nimetlerinden yararlanamamak. Bu politika sürekli ‘biz de tıpkı sizin gibiyiz, hiçbir farkımız yok’ demenin binbir yolunu üretiyor. ‘Vallahi biz de vatana millete bağlı, işinde gücünde, çoluk çocuk sahibi uslu cici çocuklarız.’ Demekten dilinde tüy bitiyor. Ve tabii ki 40 kere dersen olur atasözünü de bir kez daha doğruluyorlar çünkü sürekli hiçbir farkım yok dersen sonunda hiç bir farkın kalmıyor.

‘Farklı olmam benim herhangi bir haktan mahrum olmamı gerektirmez’, ‘hak talep etmem için önce aynı olduğumu kanıtlamak zorunda değilim’ gibi akıl yürütmelere tamamen yabancı bu siyaset. Tam da farkın otomatikman bir hiyerarşi yarattığına mutlak bir imanı olduğu için sistemle bu kadar aynı bakıyor dünyaya zaten. Fark varsa, farklı yaşam biçimleri varsa, mutlaka biri iyi, biri kötü olmalı, mutlaka biri diğerine taabi tutulmalı. O halde hak talep ediyorsak, hiçbir farkımız olmadığını kanıtlamalıyız ve ilk kanıtımız ‘biz de fark sevmiyoruz’ demek olmalı. Eşcinsel evlilik kampanyası bu siyasetin şahikasını oluşturuyor. Ha tabii dünyada kazanılan eşcinsel haklarının hemen hepsi bu stratejiyle kazanıldı. Yani evet işe yarıyor ama bedeli farkın silinmesi, bedeli tektipleştirme. Ve tektipleştirme, şahsen bence, faşizmin en basit, en yalın, en özlü tanımı.

Belli ki ‘imkansız’ olduğu düşünülüyor ama inanın “gey yemeği” diye birşey var. Hiç de aynı şey değil heteroseksüellerle geylerin hayatı, hayatının herhangi bir ritüeli. Ama tabii ‘gey’ kelimesinin sadece homoseksüel kelimesinin kulağa daha hoş gelen, modern bir versiyonu olduğunu düşünüyorsanız bunu anlamak pek mümkün değil. Gey sonuçta sadece hemcinslerini arzulayanları değil, belli bir altkültürü tanımlamak için icad edilmiş bir kelime özünde. Şehirli, açık, kendi mekanları ve kendi kültürel ritüelleri olan bir eşcinsel türünü. Sadece cinsel arzu nesnesinin cinsiyeti farklı olan değil, yaşam tarzı farklı olan bir eşcinsel türünü. Bir alternatif altkültür mensubu olarak eşcinselli. Fark silindiğinde, eşcinsellerin tek istediği tıpkı heteroseksüeller gibi yaşamak olduğunda, gerçekten de gey diye bir kelimeye gerek kalmıyor. Ve doğrudur eşcinsel evlilik olmaz, evlilik olur zira evlilik, bu çatı altına giren herkesi tektipleştirmek, düzene sokmak, hizaya getirmek için varolan bir kurumdur. Farklı bireyler olarak kapısından girer, tektipleştirilenler arasına katılarak çıkarsınız.

Yani, ben bu sloganın ilk kısmına katılıyorum. Eşcinsel evlilik diye birşey yok, evlilik diye birşey var. Ve evlilik zaten fark belirten eşcinsel gibi sıfatları, ezip silip yoketmek için var.

Ama ikinci kısmına katılmıyorum.

Evlilik kurumu gibi toplumun diğer zapturapt altına alıcı kurumlarının kollarına koşmadığınız sürece, gey olmak, heteronormatif düzende farkına bile varılamayan bir çeşitlilik dünyasında yaşamak demek. Yemek yemekten, araba park etmeye kadar uzanan bütün bu gündelik ritüellerin tümünü yapmanın aslında bir sürü farklı yolu olduğunu fark etmenize neden olan bir çeşitlilik. Herşey bir yana bakın sokaklara, herkes siyah, lacivert, gri, kahverengi. Gözünüze şöyle parlak, rengarenk bir kıyafet çarparsa bilin ki, ya geydir, ya da norm dışında sayılmasına neden olan başka bir özelliği vardır.

Zira ‘komşular ne der’, ‘anam babam nasıl karşılar’, ‘patronumun kulağına gider de işimden olur muyum’ diye, kişisel gardiyanlarınız ve hakimlerinizin gözünden kendinizi sürekli incelemeyi, farklarınızı törpülemeye çalışmayı, dikkat çekmemek için binbir takla atmayı bir kez kesince,  inanın öğle yemeği yemenin de, herkesin yaptığından farklı yolları olduğunu keşfetmeye başlarsınız. 

Tavsiye edilir.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Obama ve Eşcinsellik II: Haklar ve Haleler


Dünkü sloganımızı didiklerken değinmeye çalıştığım konuların neredeyse tümü, bugün yeni bir sloganla, ‘bu da size kapak olsun’ dercesine, yine karşımıza dikildi. Böylece gündem zorlamasıyla ve fikri takip etiğine saygı gereği, ikinci sloganımız, Newsweek kapağındaki slogan olarak belirlenmiş oldu: “Ilk Eşcinsel Başkan



Obama’nın sloganında bulamadığım her tür özellik, bu slogan da mevcut: albeni, akılda kalıcılık, kelime oyunu, ters köşeye yatırma ne ararsan var. Ne de olsa bu sefer sloganımız gücünü altındaki ünlü imzadan değil, üzerindeki ünlü dergi adından alıyor.

Vakti zamanında gazetecilik yaptığım dönemlerde bana belletilmiş olduğu gibi başlık, altındaki haberi sattırmaya yönelik bir reklam sloganı. Gerçi o zamandan bu zamana işler değişti, tweet dünyasına geçiş yaptık ve artık başlık zaten haberin kendisi olma iddasında, kimsenin altını, içini okumayacağı bile varsayılabilir.

Önce şu ters köşeden başlayalım o vakit. Haliyle, Obama gey değil. Ama belli ki eşcinsel evliliği savunanlar, fahri eşcinsel ünvanına otomatik olarak sahip olabiliyorlar. Başka türlü söylemek gerekirse, eşcinsel evliliği savunmak demek eşcinsel olmak demek. Evlilik eşittir eşcinsellik. Geldiğimiz nokta bu.

Daha vahimi Amerikalı eşcinsellerin geldiği nokta bu. O eşcinseller ki, Stonewall’den başlayarak AIDS krizinde bile tek birgün evliliği gündemlerine almadılar, ‘böyle yaşamakta ısrar ederseniz hepiniz ölürsünüz’ diye ağzı salyalı tehditlerin en ciddiye alınabileceği dönemde bile, bıraktım evliliğe, tekeşliliğe bile yüz vermediler. Madem ki artık evlilik eşittir gey, o halde o efsanevi gey aktivistleri herhalde gey değildi.

Ve Obama eşcinselse, ben değilim.

Bakın gördünüz mü ne oldu. Daha yeni yeni göğsümü gere gere eşcinselim diyebilir hale gelmiştim, hooop bana eşcinsel değilim dedirttiler.

Bana dedirtmelerine gerek yoktu tabii. Zaten, gey olmayana gey diyen, gey olana da, gey değil demektedir. Benim bildiğim eşcinselim, çünkü hemcinslerimle sevişiyorum. Benim bildiğim eşcinselliğimin, evlilik kurumuna dair fikirlerimle bir ilgisi yok. Ama benim bildiğimin artık yatacak yeri kalmamış zira bu sloganın da gösterdiği gibi gey’in tanımı değiştiriliyor artık.

‘İlk Eşcinsel Başkan’ sloganı eşcinsel kelimesinin içini boşaltıyor, en önemlisi de eşcinselliği, cinsellikten kopartıyor. Eşcinselliği siliyor ve yeniden görünmez kılıyor.

Bu açıdan son derece de tutarlı bir slogan zira evlilik hakkı talep eden eşcinsel hareketi, asimilasyon yanlısı bir hareket. Hatta queer hareketten tam da bu açıdan ayrılıyor. Bu hareketin, son gelmek istediği nokta, gey diye bir sözcüğe gerek kalmadığı nokta. Ve hareket amacına ulaşmış görünüyor. Belli ki artık gey, bizim bildiğimiz anlama gelmiyor.  

Bu sloganın incelenmesi gereken bir boyutu daha var. Obama ilk eşcinsel başkan değil ama ilk siyah başkan. Hatta sloganı güçlü kılan tam da bu kelime oyunu.  Obama söz konusu olduğunda ‘ilk....başkan’ kalıbını duymaya alışkınız. Burada alışık olduğumuz siyahın yerini, eşcinsel almış olması sayesinde, slogan ezberimizi bozarmış gibi yapıyor ve çarpıcı oluyor. Tabii demin, ‘evlilik eşittir eşcinsel’, gibi bir formül yarattığını öne sürdüğüm slogan bu açıdan bakıldığında, ‘siyah eşittir eşcinsel’ gibi bir formül yaratmış oluyor.

Bu da şaşırtıcı değil zira, asimilasyon yanlısı eşcinsel hareketi kendini daima ırk ve etnisite kökenli hareketlerle bir tutmuş tarihinde. O kadar ki, eşcinselliğin bir tür etnisite olarak görülmesi gerektiği görüşü yaygın bu cenahta. Eşcinselliğin doğuştan geldiğini öne süren bir siyasi duruş bu ve bu yüzden ırk gibi doğuştan gelen diğer özelliklerle arasında bir bağ görüyor. Doğuştancılıkla ilgili dertlerimi başka bir slogana saklıyorum ama bu paradigmada yaptığın değil, olduğunla tanımlanıyorsun ve doğalın o müphem kollarında huzura eriyorsun.

Ya da düpedüz eriyorsun. Öyle ya Obama’nın kafasına bir de hale geçirilmiş.

Meleklerin ve azizlerin başına konuyor hale Hristiyanlıkta. Obama eşcinsellerin koruyucu meleği ve azizi seçilmiş. Bu görsel oyun da iki katmanlı. Bir yandan eşcinsel evliliğe din adına karşı duranlara nazire. Diğer yandan, Obama’nın aldığı fahri eşcinsel ünvanının kutsal bir ünvan olduğunu vurguluyor böylece eşcinselliğin cinsellik vurgusunu, iyice bir silip süpürüp yokediyor.

Hristiyan azizleri, aziz payesini nice eziyete katlanarak alıyorlardı. Günümüzde aziz olmak için bir tweet atmak yetiyor. Ama zaten dünkü sloganbozumum da söylemeye çalıştığım buydu. Hiçbir zaman ama hele bugün ve hele Amerikan başkanı için, eşcinsel evliliği savunmak herhangi bir risk içermiyor ama sanki dünyanın en zorlu mücadelesinden tek başına çıkmış gibi kutsanıyor. Ee tabii evlilik de nihayetinde kutsal bir bağ.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine o vakit. Hadi düğün hediyesi olarak da bir Leman karikatürü size:




13 Mayıs 2012 Pazar

Obama ve eşcinsel evlilik


İlk özlü sözümüz, iddia odur ki, dünyada bugüne kadar en çok retweetlenen slogan olma rekorunu elinde tutuyor. 58 bin 328 kişi tarafından paylaşılmış, o da tabii sadece tweet sayısı. Facebook ve benzer paylaşım sitelerinde ne kadar dolandığını ise bilemeyeceğiz. Tweeter kullanmayan birisi olarak ben haliyle facebook’da karşılaştım aşağıdaki fotolu versiyonuyla:



Bu kadar popüler olmuş bir slogan için hayli basit bir cümle Obama’nınki. Çoğu popüler slogandaki gibi kısacık bir cümle içinde sizi bir noktadan alıp, bambaşka bir noktaya taşımak gibi iddası, beklenmedik bir çalımı, ters köşeye yatırma girişimi yok. Akılda kalıcı bir cümle formu, bir kelime oyunu, en olmadı bir kafiyesi de bulunmuyor. Kısacası albenisiz, süsüz bir özlü söz bu, o kadar ki, mealini hatırlasak bile, tam olarak cümleyi hatırlalamız mümkün görünmüyor. Epi topu ‘aynı cinsiyete mensup olan çiftler de evlenebilmeli’ demiş Obama.

Biçimsel olarak bir mahareti olmayan bu özlü sözün, içeriğinin de herhangi bir özgünlüğü yok. Kendinden önce binlerce insanın çok daha iyi ifade ettiği bir görüşü dillendiriyor Obama. Daha doğrusu, tam da kendinden önce binlerce kişi çok daha iyi bir şekilde bu görüşü dillendirmiş olduğu için, Obama da altına imzasını atabiliyor. Yani daha bir kere bile retweetlenmeden, orijinal haliyle zaten retweet bu cümle. Hiçbir alabenisi olmaması, bu açıdan değerini yükseltiyor cümlenin; basit sade bir hakikatin dile gelmesi olarak okunmasına katkıda bulunuyor bu sadelik. Lafı dolandırmaya gerek yok, herşey çok açık, aklın yolu bir vs.

Kısacası gerek biçim, gerek içerik açısından bakıldığında altında Obama’nın imzası olmasa, ne özlü söz sayılır, ne slogan olarak kullanılabilir bir söz elimizdeki. Lakin bu blogda sık yer alacağını tahmin ettiğim bir kategorinin temsilcisi olmasını tam da bu özelliği sağlıyor. Sosyal paylaşım sitelerinde dolaşımda olan bir çok özlü söz, sözün maharetinden çok, altındaki imzadan alıyor değerini. Hatta, bu sözleri paylaşıp dolaşıma sokanların, asıl amacının kendi fikirlerine bir ağırlık katmak için, ünlü, iktidar sahibi, saygın, hikmetinden sual olunmaz birilerini kendi adlarına konuşturmak oduğunu söylemek mümkün. Kendi bakış açılarımıza arka çıkacak abiler, kendi düşüncelerimize onay damgası vuracak merciiler olarak kullandığımız türde özlü sözler bunlar. İmzası, sözünden önde, ‘hamili kart ruh ikizimdir’ demeye teşne sloganlar. ‘Hani yıllar önce dediydim de alay ettiydin, bak koskoca Amerikan Başkanı da aynı şeyi söylüyor, nasılmış’tan, ‘savunduğum bakış açısı sekter, aykırı, ayrıksı, hayali, gerçeklerden kopuk değildir, sizin iddia ettiğiniz gibi olmayacak duaya amin demiyorum, arkamda kapı gibi alıntım var’a uzanan motivasyonlarla dolanıyor bu sözler sanal alemde.

Ve benim müdahalem tam bu noktada geliyor. Söz sanal alemde dolanmaya başladıysa, Obama bu sözün altına imzasını attıysa, bir de bu denli popüler olduysa, zaten çoooktan genelgeçer ve egemen bir ideolojinin sözü olmuş demektir. Önemli bu nokta, biraz detaylandırmam gerek. Bu sözü kafasını sallayarak, retweetleyerek, 'like' ederek okuyanların farkına bile varmadan kabul ettikleri varsayımlar arasında şunlar yer alıyor: a) evlilik bir haktır, handiyse insan hakkıdır, herhangi birini bu haktan mahrum bırakmak insan hakları ihalidir. Evliliğin hak olmaktan başka birşekilde tanımlanabileceği düşünlemez bile. Ne bileyim misal ben, ‘evlilik bir toplumsal kontrol mekanizmasıdır, eşcinselleri evlendirmek değil heteroseksüelleri evlilik kurumundan kurtarmak gerekir’ desem, herhalde ne dediğim bile anlaşılmaz. En iyi ihtimalle şaka yaptığım falan sanılır. b) Evlilik hakkı her eşcinselin ulaşmak istediği bir mutlu Hollywood sonudur. Eşcinsellerin hayattaki tek derdi, tek tasası, tek eksiği evlilik hakkıdır. Evlilik hakkını kazanmak eşcinsellerin eşitlik mücadelesinin zirvesidir. 'Eh artık Obama da bu sözü ettiğine göre, bir daha eşcinsellerden herhangi bir talep duymayız herhalde.' c) Evlilik bir haklar paketidir, evlilik hakıyla birlikte eşcinsel sevgiliniz hastaneye düştüğünde ona refakat edebilecek, ona miras bırakabileceksiniz vs. Kimse bu hakların neden evliliğe bağlı olduğunu sorgulamayı akıl etmez, evlilik hakkıyla tümünü birden talip olup, elde etmek daha kolaydır zira. d) Eşcinseller çiftler halinde varolurlar, çift demek hayat boyu aynı çatı altında tekeşli yaşamak ve çocuk yetiştirmek demektir. Tüm heteroseksüeller gibi eşcinseller de, bundan daha mutluluk verici, tatmin edici bir hayat düşünemezler.

Bir saniye, ben ironik hatta düpedüz sarkastik olmaya başladım. Ve bu üsluplar, slogandan daha uzun bir metinde tamamen yanlış anlaşılmanıza neden olabilirler. 

Bu blogda eşcinsellik haklarıyla ilgili sloganlara bol bol yer verilecek. Daha doğrusu lgbtt haklarıyla ilgili sloganlara, zira ben hem lezbiyenim, hem eşcinsel bir çevrede yaşıyorum, hem de akademisyen olarak ilgi alanlarımın içinde queer teori yer alıyor. Yani hem bu sloganlar kişisel olarak bana dokunuyor, hem daha çok karşılaşma imkanım oluyor hem de, profesyonel olarak ilgimi çekiyorlar. Ve malesef, lgbtt sloganları arasında son zamanlarda evlilikle ilgili olanlar aslan payını alıyorlar. O yüzden bu konuya her veçhesiyle tekrar döneceğimi umuyorum.

Dolayısıyla şimdilik, Obama’nın sloganına kendi sloganımla cevap vermekle yetineceğim. Cevabım sadece Obama’ya değil tabii, onu kendi adına konuşturan yani, evlilik hakkını eşcinsel haklarının zirvesi sayan eşcinsellere ve bu görüşü benimseyerek ne kadar da homofobiden azade olduğunu kanıtladığını zanneden heteroseksüellere ve herşeyden önce, evlilik kurumuna eleştirel mesafeden bakmayı beceremeyen, onu romantize eden hatta doğallaştıran herkeze. Ama Obama’ya da, zira Obama’nın derdi eşcinsellere hak vermek değil, bu vesileyle evlilik kurumunun iktidar alanını genişletmek, bu kurumun evrenselliğini pekiştirmek, özel hayatın devlet tarafından düzenlenmesinin en köklü mekanizmasının çarklarını yağlamak.

Bu sloganı, ellerimle yazdım, boyadım, fotoğrafladım. Yani sözün özlülüğünü, arkasında durmaya harcadığım zamanla telafi etmeye çalıştım. Artık bu sloganı bozmak da size kalmış:




‘Pink washing’ kavramını anlatmak uzun iş, sadece Türkçe bir karşılık uydurmakla olacak iş de değil. O yüzden İnglizce bilmeyen ve bu mevzuulara aşina olmayanlar için sloganın Türkçe meali, aşağı yukarı şöyle birşey:

Eşcinselliği, evlilik kurumunu temize çıkartmak için kullanmaktan vazgeçin.




12 Mayıs 2012 Cumartesi

SloganBozan'ın derdi, tasası, amacı


10 küsur yıldır televizyon seyretmiyor ve gazete okumuyorum. Yaşama enerjim emilmiyor böylece. Ama facebook'a neredeyse en başından bulaştım, twitter'dan uzak durmayı başarmış olsam da. Tabii facebooka bulaşmak demek, televizyonun, gazetenin ve de twitter’ın yeniden sinsice hayatına bir yerinden girmesi de demek.

Televizyon, gazete, facebook, twitter fark etmez, hepsi aynı 'klişe'yi çıkarıyor içimden: önündeki ekrana sinirlenen, homurdanan, ekranla kavgaya tutuşmaya çalışan bir tür deli. Tabii yeni nesil medyanın sunduğu olanaklardan biri tam da, bu didişmeyi kendine yönelendirmek. Ekrana yumruk sallamaktansa, üstüne altına ne düşündüğünü haykırarak kızdığın haberi, tweeti vesaireyi paylaşıvermek. Hatta ‘troll’lerinin yardımıyla, iyice bir köpürüp, öfke patlamaları, sinir boşalımları, katarsis’ler deneyimlemek.

Ama bu tür bir öfke boşaltımının beni kesmesi için biraz yaşlandım sanırım. Egemen kültürün fütursuz çarpıtmalarına, düpedüz yalanlarına, manipülasyonlarına, cehalet ve amneziye duydukları ve asla boşa çıkmayan güvenleriyle koşturdukları atlara sinirlenmiyorum artık, 40 yaşımda. Ama facebookda paylaşılan gazete haberlerinin, köşe yazılarınının ve televizyon programı parçalarının, altına üstüne girilen yorumların, papağan gibi, düğmesine basıldığı anda kayıtlı repliklerini sonsuza kadar tekrarlar gibi, kör değneğini beller gibi bu kültürün belletiklerini tekrarlamasına, hele de bunu kendine ait özgün bir fikiri cesurca beyan ediyorum zannıyla yapılmasına hala sinirleniyorum galiba. Son derece manasız bir sinir bu ve boşaltmaktansa kökünden kazımak daha manalı. Burada troll’lerin varlığı sakinleştirici bir alternatif ihtimal olarak beliriyor hatta.

Yakından ilgilenmekten kendimi alıkoyamadığım tek şey kalıyor geriye. O da, bir yandan bu alanların tümünden bağımsız ve eskiye dayanan ama bir yandan, tam da sosyal paylaşım ağlarında patlama yaşamakta olan, özlü sözler ve sloganlar. Ünlü yazar, tarihi şahsiyet, politikaclılardan vs. yapılan alıntılar, kitaplardan ve şiirlerden kesilip alınan cümleler, adına İngilizce’de ‘inspirational quote’ denen o gazlayıcı, motive edici alıntılar, bilgelerden bilgece cümleler, eskiden meydanlarda pankartlara yazılan türde sloganların çeşit çeşit renkte fona ve envai çeşit fontta yazılmış halleri, haber başlıkları, reklam sloganları ve tabii herbiri tanımı gereği özlüsöz olan statü cümleleri ve tweetler ile retweetler.

Sloganlar ve özlüsözler beni büyülüyorlar. Kimisi yukarıda sözünü ettiğim biçimde beni sinirlendiriyor ama kimisini de düpedüz ‘like’ ediyorum, çoğu zaman paylaşanla taban tabana zıt şeyler anlayarak ‘like’ etmekte olduğumu bilmenin verdiği ekstra hazla. Her durumda, üzerine konuştukça konuşasım geliyor. Söz özlüleştikçe içine tıkıştırılan ideolojinin dozu da o denli artıyor, üzerine söylenecek söz o denli çok oluyor. Bu yoğunaşmayı açmaya, bu düğümlenmiş yumakları ilmek ilmek ayrımaya, soğanın zarlarını teker teker soymaya, açtıkça açıp, açıldıkça didiklemeye kışkırtıyor sloganlar beni.

Kısacası sloganları ciddiye alıyorum ben. 

Gülüp geçemiyor, küfredip unutamıyorum. Aklıma takılıyorlar, zihnimde evirip çevirirken buluyorum onları, sinir yatıştıktan, büyülenme solduktan sonra bile üzerinde düşünmeye değer buluyorum. İlla ki bir yapı-bozuma tabii tutasım geliyor ve

Bir blog açıyorum.

İronik tabii...

Ama özlü sözlerde de ironi çok prim yapıyor, benden söylemesi.

Sanırım ne yapacağım belli olmuştur bu blogda:

Sanal ortamlarda dönen özlü sözleri, sloganları didikleyeceğim.

Tek cümlenin üzerine bir araba cümle kuracağım. 

Belki.