17 Şubat 2013 Pazar

Aile tüm kötülüklerin anası, tektipleştirme makinasıdır

Burada filmle ilgili bir şey yazmayacağımı beyan etmiştim, yazmayacağım da. Bu filmle ilgili bir yazı değil. Zaten filmi görmedim, göreceğimi de hiç sanmam. Bu yazı, sloganla ilgili, filmin iki parçalı adı ile afişinin biraraya getirerek oluşturduğu sloganla. Benim Çocuğum: Bir Aile Filmi.



“Benim Çocuğum” dilbilgisi açısından yakından bakılmayı hak eden bir başlık. Çocuk kelimesine eklenen iyelik eki, sahiplenme anlamı taşıyor. Başka bir deyişle, “çocuğum” demek, zaten “çocuk benim” demekle aynı şey. “Benim Çocuğum” demek ise, çocuğu iki kez “sahiplenmek” anlamına geliyor. Bu çifte sahiplenme, hem baştan, hem sondan zapturapt altına alıyor çocuğu. Çocuk arada sıkışıp kalıyor, “sahipleri” ise bu kısacık cümleden aslan payını kapıyor. Böyle bakıldığında, başlık çok başarılı zira, projenin meramını özetliyor.


Afişte yer alan ayakkabılarla bu çifte sahiplenilmiş çocuk kelimesi birleştiğinde ortaya başka bir vahim durum daha çıkıyor. Malum “çocuk”, hem bir ailevi konumu, hem de insan yaşamındaki bir dönemi ifade eden bir kelime. Bu kelimenin anlamlarından ilki, kişinin belli bir ilişkiler ağındaki daimi yerini, ikincisi ise yaşam döngüsündeki gelip geçici süreçlerden birini imliyor. Bu patikler “benim çocuğum” ibaresine eklenince, söz konusu çifte kavrulmuş çocuk, ailevi konumu itibariyle çocuk olmaktan çıkıyor ve çoktan gelip geçtiği bir evre olan çocukluğa geri döndürülüyor, buraya kitleniyor. Başka bir deyişle, an itibariyle reşit yetişkinler olan bir takım lgbt bireyleri, kendi adlarına karar verme hakkı olmayan, korunmaya muhtaç, anne babalarının hükümranlığındaki bebek muamelesi görmüş oluyor.

Çeşitli röportajlarda filmin isminin seçimine getirilen açıklama şu: “Kızım” veya “oğlum” gibi cinsiyet belirten sözcükler yerine, “çocuğum” tercih edilmiş. Tabii bu açıklama, yukarıdaki sorunların hiçbirini “açıklamıyor”. Hem zamir, hem ekle vurgulanan sahiplenme de, patiklerle yaratılan “çocuk” çağrışımı da baki kalıyor. Patiklerin renginin mavi ya da pembe olmaması, bebekleştirmeninin de olmadığı anlamına gelmiyor. Lgbt yetişkinlerine çocuk muamelesi yaparken, cinsiyet ayrımı yapmıyor olmanın derin huzuruna erebilirsiniz tabii. Gerçekten de tüm bu stratejiler, çok önemli bir huzura ermek için aslında: bu “çocuklar”, ister kız ister oğlan olsunlar, “bebek” çağrışımlarına sahip olurlarsa, işin içinde haşa bir cinsellik olmayacağını garantileyebiliyoruz. Kısacası, cinsellik denince huzuru kaçan bir milleti yatıştırmanın en etkili yolları aranıp bulunmuş gibi gözüküyor.

Sloganımızın daha da sorunlu ikinci kısmına, tam da burada bağlanıyoruz: Bir Aile Filmi. Burada “aile”, hayli evrensel bir toplumsal birimin, bir kurumun adı olarak değil de, “aileye mahsus”, “aile salonumuz yukarı kattadır”, “hop aile var” falan gibi cümlelerde kullanıldığı, son derece bize özel anlamıyla yani, “ar, namus haya” garantörü anlamında kullanılmış oluyor. Aile Filmi, aile lokantası gibi bir şey: Aileler için, ailelere özel, aileler tarafından yapılan bir film olduğunu belirtiyor, sapları, sapıkları kapıda bırakıyoruz bu ibare ile.  Aile filmini, ailenizle rahat rahat görebilirsiniz, içinde cinsellik olmayacak, ayıp ve yüz kızartıcı kelimeler geçmeyecek, misal asla bir lezbiyen ya da gey görünmeyecek beyazperdede. Aile Standartları Enstütüsü onaylı filmimizde, sinema salonundan içeri damsız girilmeyecek, herkes haddini bilecek, hizaya girecek, ailenin kutsiyetine kem gözle bakılmayacak, ana baba sözünden çıkılmayacak, herkes vatana ve millete faydalı evlatlar olmayı bir kez de bu film vesilesiyle belleyecek.

“Bir Aile Filmi” sloganını görünce sinema salonuna girmek istememin sebebi de bu zaten. “Aileye mahsus” ibareleri, tam da benim gibileri dışarıda bırakmak için var zira. Bu film, yönetmenin özel isteği ile İf Bağımsız Filmler Festivali’nde lgbt filmlerinin gösterildiği “Gökkuşağı Filmleri” isimli bölümde gösterilmiyor. Öyle ya ne işi var bir aile filminin o sapık filmlerin arasında. “Benim Çocuğum” festivalin “Ev” başlıklı bölümünde gösteriliyor. Hani “bekara ev yok” da adı geçen ev, aile kurumunun ilk ve olmazsa olmaz adımı “evlilik” kelimesinin kökünü oluşturan “ev”. Benim bu “ev”de yatacak yerim yok, zira aile denen kurumun neresinden tutsanız elinizde kalacağına inanan biriyim. Hayatımda yaptığım ilk entellektüel faaliyet, 18 yaşında “Aile Sorgulanıyor” isimli kitabı çevirmek oldu. Aileyi bağırına basmadan önce biraz olsun eleştirel mesafe kazanmak isteyen, aile kurumunun tarih boyunca üstlendiği işlevleri öğrenmeye heves edenlere hala şiddetle tavsiye ederim. (Gerçi mümkünse çevirisinden okumayın zira henüz ne İngilizcesi, ne Türkçesi yeterince yetkin olmayan yeniyetme versiyonum tarafından çevrilmişti.)

İlk öğretimde öğretilen nadir gerçeklerden biridir, gerçekten de “aile toplumun temel taşıdır”. Aile kurumu var oldukça, temelde bir şey değişmez toplumda.  Toplumda yanlış olan ne varsa, aile kurumunda temellenir ve topluma yönelttiğiniz herhangi bir eleştirinin ucunun aile kurumuna değmemesi mümkün değildir. Hele de sosyal devlet mevhumundan hiçbir açıdan nasibini almamış bizimki gibi toplumlarda, aile handiyse devlet demektir. Ama devlet, ordu, polis gibi nice kuruma eleştirel yaklaşanlar bile, iş aile kurumuna gelince yelkenleri suya indiriverir. Aile, okul, ordu, fabrikadan farklı olarak içine girenleri öğütüp biçimlendiren bir kurum değil de, alternatiflerini bireylerin yaratabileceği son derece esnek bir yapıymış gibi sunulur. Bu esneklik tam da sizi kişi olarak muaf tutmak için uydurulur. Çünkü çocuğunuz varsa, zaten “aman yanlış bir şey mi yapıyorum” diye sürekli kıvranmaktasınız ve çocuksanız daha doğduğunuz anda hanenize yazılan borcun altında ezilmektesiniz. Hal böyleyken, ne yaparsanız yapın kurum tarafından biçimlendirildiğinizi, boşa kürek çektiğinizi duymaya tahammülünüz yok. Üstelik öteki kurumlarla aranızdaki zincirler, ailedeki gibi sevgi ile mühürlenmiyorlar. Kısacası akıl tutulması, tam da aile lafı edince başlıyor, aileyle birlikte duygular alemine yelken açılılıyor, aklı selimin kıyısından uzaklaşılıyor.  

Nitekim benim çocuğum filmini çekme fikri, hüngür hüngür ağlayınca gelmiş yönetmene ve aileden sorumlu bakanlığın çalışanlarını filme gelip birlikte ağlamaya davet ediyor. Ayşe Arman da hüngür hüngür ağladığını beyan ediyor filmi izlediğinde. Evet, aileler ile hüngür hüngür ağlatan duygusallıklar, gerçekten elele gidiyorlar hep. Hem sinemada, hem tarihte, hem de misal bu aralar filmlerden önce gösterilen “Karaca Porselen Takımları”nın reklamlarında. Sisteme entegre olmanın daha kestirme yolu yok kuşkusuz, aileden vuracaksın, ağlatacaksın. Ağlamayana meme yok, dilenmeyene hak yok, acıklı hale düştüğünü kanıtlayıp, bedelini peşinen ödemeyene eşit muamele yok. Önce ailenin, herşeyden değerli olduğu konusunda çoğunlukla hemfikir olduğunu kanıtlayacaksın. Ne kadar “marjinal” görünürsen görün, ana babanın sözünden çıkmadığını, “iyi aile çocuğu” olduğunu göstereceksin. En önemlisi aile, onu oluşturanlar kimse odur sanacaksın, içine gireni öğüten bir makina olduğunu görünmez kılacaksın. “Bak tüm aileler öldürmeye kalkmıyormuş çocuklarını bazıları da onlar adına mücadeleye giriyormuş demek aile illa da kötü bir şey değilmiş” diyeceksin. Aileye bir destek de senden gelecek, o zaman işte haklarına da kavuşursun.

“Ağlamayana meme yok” tabii de, artık meme emme yaşını geçtiysen, bebek yerine konmayı da, haklarını ağlaya zırlaya dilene elde etmeyi de, zaten hakkın olanı talep etmek yerine, sadaka ister gibi rica etmeyi de, teyzelere ne de cici çocuk olduğunu sahnelemeyi de, ağzına zorla, “senin iyiliğin” için meme dayamaya kalkılmasını da istemeyebilirsin. Saygın, beyaz Türk, heteroseksüel aile bireylerimiz, herşeyi doğru ve düzgün, kuralına uygun, hizaya girerek yaptıkları halde, “çok şanssız” oldukları için, başlarına bu “büyük bela” geldi, lgbt çocukları oldu diye ağlamak aklına gelmeyebilir. Hatta tam da bunu ağlanacak birşey olarak gördükleri, gösterdikleri için kızabilirsin. Yıllarca kabul etmediklerini, her çareyi arayıp, her tür baskıyı uyguladıklarını anlattıktan sonra çocuklarının “özrünü” kabul etmelerini kahramanca bulup alkışlamak yerine, özür bile dilemiyor olmalarına, çocuklarına özürlü muamelesi yapıyor olmalarına hiddetlenebilirsin. Lakin o vakit, hayırsız evlat, nankör çocuk, marjinal sapık, insan muamelesi görmeyi haketmeyen tehlikeli aile düşmanı oluverirsin. “Aile elden gidiyor” çığlıklarıyla üzerine doğru koşmaya başlar, aileyi koruma kanunlarını kuşanmış, aileyi kollama bakanlıklarından onay almış ezici çoğunluklar.

“Marjinal değil, senin benim gibi insanlar” diyor hem yönetmen, hem Ayşe Arman filmdeki aileler için. Sanırım dananın kuyruğu burada kopuyor. “Senin benim gibi insan” olmayı matah sayanlarla, saymayanlar arasındaki fark belirleyici olan. İnsanın “senden, benden” çok farklı, hayal bile edemeyeceğimiz tezahürleri olabileceğine, dünyada varolmanın kendi ana kucağımızdan görülenden bucak bucak farklı tarzları bulunabileceğine inananlar için bir filmin cazibesi “senin benim gibi” olanı, seni, bana indirgeyeni izlemek değil. Queer olanla olmayan, ana akım olanla yoldan çıkan, iyi aile çocuğu ile onun bunun çocuğu arasındaki farka denk düşüyor bu. Dünyanın birbirinden farklı, çeşit çeşit insanla dolup, rengarenk olmasını mı istiyorsunuz, herkesin sizin gibi olmasını, tektip olmasını, griye çalmasını mı tercih ediyorsunuz? 

İlkini tercih edenler için fark, neşeyle kucaklanacak birşeydir, ikinciyi tercih edenler için ise fark, ağlayarak katlanacak birşeydir. Dolayısyla, ikinciyi tercih ediyorsanız, “Benim Çocuğum”a gidip ağlarsınız. Zira film, kendinden farklı olana husumet duyan, farklı olanın hakkını ancak empati yoluyla, yani ne yapıp edip, kendine benzetecek bir bakış açısı yakaladığında ancak teslim edebilen, aile fabrikasında seri üretilmişler için biçilmiş kaftan.
Bu arada tabii bu filmde, henüz kendi hikayesini kendisi çıkıp anlatmamış, anlatmayı seçmemiş bazı “çocuk”lar da var. Onların adına ana babaları konuşur, çocuklarının hikayesini kendi bildikleri gibi anlatırlar, çocuklarının hayatının başrolüne de yine kendilerini yazarlar. Öyle ya, sistemin istediği gibi yaşamasını engellediği, hem de çocuklarını besleyip, büyütüp, okutacak parayı kazanmak adına, aileye zincirleyerek engellediği ana babalar, yaşayamadıklarının acısını çocuklarının yaşamını emerek çıkarmayacaklar mı?

Neyse duygusuz, sinik, aile sevgisinden nasibini almamış biri olduğumu düşünüp geçin bunları bence. Ben de Şule Gürbüz’ün mizahına sığınayım iyisi mi: “’Aile ne manasız gaile’ sözü belki derin değil, hatta gayet hafif ama ben bu sözü ağzımla söylerken, söz ağzımdan vallahi ayaklarıma kadar kayarak iniyor da ben uçarı bir zevkle ve ‘Evet, tam da öyle,’ düşüncesiyle kaydıraktan kayıyor, kayarken neşeyle etrafa bakıyor gibi oluyorum.” 

Demem o ki, biz “aile düşmanları” hiçdeğilse şen şakrakız, siz aile meraklıları ağlamaya devam edin. Ya da Bahadır Baruter’in ailenin sözde mutluluğunun gerçek yüzünü ifşa ettiği sergisinin adıyla, hoşçakalın: “Senin ailen bir yalan yavrum”.


26 yorum:

  1. Katılmadığım bir iki noktaya rağmen şahane bir yazı olmuş. Hollanda konsoloslugunun filme sponsor olması da farklı kimlikteki insanlara destek görünümü adı altında aslında onları da kontrol etme isteğinden dolayı olmalı diye düşündürdü beni. Bahsettiğiniz kitabı da ayrıca merak ettim, türkçe bir baskısı var mı acaba?
    Farklı düşünenlerin olması, ve onlara ulaşabilmek güzel.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Diana Gittins'in, "Aile Sorgulanıyor" kitabının bildiğim kadarıyla geçn yıl yeni bir baskısı yapıldı ama gerçekten çevirisinin iyi olduğunu iddia edemiyorum.

      Sil
  2. Kusura bakmayın, ortalama insanın kafasında böyle pat diye devrim olmuyor işte. Önce farklı sandıkları insanlarında tıpkı kendileri gib olduğunu anlıyorlar, kabul etmeseler de en azından öldürmekten vazgeçiyorlar. Aile kavramıyla hepimiz sorunluyuz. Ama bu yapılan işin en azından sokaktaki ortalama algıyı değiştirmeye, bir iki gencecik LGBT bireyin hayata daha iyi başlayabilmelerine yardım edeceğini düşününce hiç de öyle entelletüel muhaliflik yapmaya gönlüm razı gelmiyor. Aile kurumun tüm kötülüklerin anası olduğunu çok iyi bilmeme rağmen. Ortadaki mesele daha pratik. Hayatta kalma meselesi. Olayı dramatize etmiyorum. LGBT bireylerin yaşadıkları günlük şiddetin eminim farkındasınız. Sizi ayrıca çok sevip takdir ediyorum ama nolur o kafanızı bizim asıl düşmanlarımızla mücadele etmeye yorun. Birbirimizi döverek kurtulamayacağız homofobiden.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Anladığım kadarıyla sizin homofobi tanımınız sadece dayak ve cinayet içeriyor. Benimki ise çocuk yerine konmak, özürlü muamelesi görmek, ağlanacak halde olduğumun iddia edilmesi gibi şeyleri, yani kısaca, aşağılanmayı da içeriyor. Anladığım kadarıyla hayat memat meselesinin yanında aşağılanma size “entellektüel” geliyor. Benim ise, en amiyane haliyle ifade etmek gerekirse “ne yani kafamızı kırmasınlar diye, suratıma tükürene yarabbi şükür mü demeliyim” demek geliyor. Ya da tamamen dramatize ederek söylersem, “zaten allah vurmuş bir de siz vurmayın diye yalvaralım ki, bizi dövüp öldürmesinler” mi diyorsun yani diyesim geliyor. Daha az amiyane ve dramatik olmak gerekirse, sizin söylediğiniz bana, bir homofobi biçimini diğerine tercih etme çağrısından başka bir anlam ifade edemiyor. Dolayısıyla, kusura bakmayın ama lezbiyen olmam, ne düşmanlarımızı ortak kılıyor, ne de sizinle beni, “biz” yapıyor. Korkarım benim düşmanlarımın arasında sizin dostlarınız da var. Beni tanıyıp sevdiğinizi söylüyorsunuz, ben sizin kim olduğunuzu hiç bilmiyorum ama sizden de, tüm dünyadan rica ettiğim şeyi rica edeceğim: beni kendinize benzer görüp sevmek, yani “biz”leştirmek yerine, lütfen aramızdaki farkı görüp ona saygı gösterin ki, ben de canım neye kafa yormak istiyorsa ona yorayım.

      Sil
    2. Yani biz yerine oteki olmayi yegliyorsunuz cok akillica da oteki de biz'i gerektiriyor. yani basit yumurta tavuk hesabi .

      Sil
  3. görüşlerinize saygı duymakla birlikte size tek eleşitirim izlemeden bu kadar yorum yapmış olmanız. elbette herkes baktığı yerden her şeyi eleştirebilir ancak bir filmi özellikle içinden satır arası okumalar dahil eleştiriyorsak öncelikle izlemek zorundayız bence.

    YanıtlaSil
  4. bu yazıyla benim gibi genc kızların duygularına tercuman oldunuz tuna erdem opuyorum sevgiyle

    YanıtlaSil
  5. degerli tuna erdem, yazınızı cok begendim. kısmen (aile ile ilgili olarak) kendi dusuncelerime yakın oldugu icin ama aslen gerçek bir 'düşünce yazısı' olduğu icin. yani bir düşüncenin hakkını vererek etraflıca tartışan bir yazı olduğu için.

    aile disinda bir hayat kurmaya ve aile dışında bir dünya üzerine düşünmeye calışırken kendimizi yalniz ve marjinalize olmus hissediyoruz.yazdıklarınızı okumanın bu bakımdan cok büyük bir ferahlık verdigini de belirtmeliyim.
    sevgiler,esra

    YanıtlaSil
  6. Yazınız beni uyandırdı.
    Queer, queer olmayacaksa ne anlamı var ki....
    Bu iş zor. Çok zor....
    m.

    YanıtlaSil
  7. "“Senin benim gibi insan” olmayı matah sayanlarla, saymayanlar arasındaki fark belirleyici olan." cümlesi ile yaptığınız vurgu, hem konuyu hem de konuyu "kabullenme" yolunda kullandığı sözcüklerin anlamlarını istemli/istemsiz unutuveren sözümona "açık fikirliler"in "gri'ye çalan" çizgilerini çok güzel bir dille ortaya seriyor.

    Teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  8. ''Başka bir deyişle, “çocuğum” demek, zaten “çocuk benim” demekle aynı şey.''

    Pek değil, çocuğum 'ben (hala) çocuğum' cümlesine de, 'işte benim çocuğum' cümlesine de sorunsuz oturuyor. Bu noktada ayrımın vurgulanması için eklenen 'benim' haşive kaçmıyor, işlevsel ayrıştırmaya yarıyor.

    Bununa ardından gelen savlamlar bu varsayılan 'vurgu'ya oturduğu için, yazının savartıya kaçtığı söylenebilir. http://beta.eksisozluk.com/entry/32324368

    YanıtlaSil
  9. verirsek: ''Bu patikler “benim çocuğum” ibaresine eklenince, söz konusu çifte kavrulmuş çocuk, ailevi konumu itibariyle çocuk olmaktan çıkıyor ve çoktan gelip geçtiği bir evre olan çocukluğa geri döndürülüyor, buraya kitleniyor.'' iyi de niye kilitlensin? filmin bu verili durumu tanıyor olması, sahipleniyor olduğu manasına mı geliyor? bir hakikatle ilgili yorumlarını posterindeki imgelerden, sloganına devlet dairesine form doldurur gibi dümdüz bir olgusallık çerçevesinde, altına imza atar gibi dile getirmesi gerekiyor? aynı poster ve 'aile filmi' dahil aynı sloganlar ironik bir mesafe gözetildiği varsayılarak da okunamaz mı? okunabilir. niye okunmamış? film metni, sunumu dışında gerçekleşen olaylardan, beyanlardan hareketle. o bulgulara bakalım:

    YanıtlaSil
  10. 1. if istanbul'un gökkuşağı filmleri bölümünde yayınlanmamış olması. bir festivalin kendi iç düzenlemesi bir filmin metninin ne olduğunu, ne yönde ifade edildiğini açıklamaya yeter mi? 2. 'aile dendiğine göre 'aile salonu' gibi 'cinsellik yok rahat rahat izlersiniz' güvencesi verilmiş olduğu iddiası': cinsel kimlikle alakalı bir filmin cinselliğe değinmemesi ihtimalini geçersek, herhangi bir filmin, metnin belli başlı konuları içermesi gerektiği gibi bir formalizme gelip dayanıyor bu iddia. aile ve çocuk bağlamı içinde lgbt'yi ele almaya yönelmiş bir metnin, kendi iç ekonomisi ve oranlarını gözeterek binlerce konuyu bile isteye odağının dışında bırakması mümkün ve gerekli değil mi? işlenmemiş her konunun, konunun işlenmesine engel olan dogma ile ilintili olduğu çıkarımına varmadan önce her formun kendi yapısal sınır ve şartlarını da hesaba katmak gerekmiyor mu? 3. ''Aile kavramı duyulunca entelektüel yelkenlerin suya indirilmesi'' genellemesinden hareketle, filmin aile'den bahsettiği için yelkenleri suya indirmiş olacağı peşin hükmü, ve buna bağlı olarak- 4. ''Nitekim benim çocuğum filmini çekme fikri, hüngür hüngür ağlayınca gelmiş yönetmene ve aileden sorumlu bakanlığın çalışanlarını filme gelip birlikte ağlamaya davet ediyor.'' Burada kim kimi davet ediyor, kim kaydını nasıl tutuyor belli değil. Yönetmen'i hüngür hüngür ağlatarak filmi çekmeye davet eden fikir mi davet ediyor? Yani soyut, amorf bir şeyin önce yönetmeni filmi çekmeye azmettirdiğini, sonra resmi yazışma kanalına geçip, belirsiz birilerinin ağzından, aileden sorumlu bakanlığın çalışanlarını davet ettiğini mi anlamamız gerekiyor? İyi de bu fikir nasıl bu denli gerçek kişi'ye dönüşüp, özneleşebildi? Mahut fikir Tuna Erdem'e kimlik fotokopisi ve muvafakatname bırakmadıysa, bunların da **Tuna Erdem'in belirlediği fikri müştereğin izdüşümleri** olarak değerlendirmeye almak durumundayız. O halde Tuna Erdem'e göre herkesi ağlatan şeyin matematiksel bir ispat gibi özde ve biçimde AYNI olması gerektiğini, o şeyin de doğrudan AİLENİN KUTSİYETİ bağlamına kilitlenmesi gerektiğini varsaymamız gerekiyor.

    YanıtlaSil
  11. Yani insanlar ağlıyorlar, çünkü sabit tek bir yanıt var ve o da tam olarak, ne eksik ne fazla, Tuna Erdem'in sabitlediği ve lanetlediği şey. Ağlamanın konusu aile denen kurumun eleştirisinin tohumlarını içerse de, lanetlemenin, çaresizliğin ruhundan damıtılsa da, Aile'yi övmek ve yüceltmek durumunda, çünkü karşısına geçip ağlamışız. Çünkü ağlamak eşittir güçsüzlük, aile'nin konu edildiği bir filmde ağlamak: aile'ye karşı güçsüzlük, yani itaat ve kutsama olarak dönmek zorunda. Bu durumda sormak zorunda hissediyoruz: Tuna Erdem, böylesi dolayımlar üzerinden bile bu kadar kesin konuştuğuna göre, bir fizik kanunu, matematik ispatı kabilinde bir iddiada bulunuyor olabilir mi? Olamaz. Olamazsa yaptığı şey ne oluyor? Savartmak. Mevcut bir yorumu, mümkün olan tüm yorumları, içtihadı kaplayacak şekilde azim ve kararlılıkla hakikate yayıp, saydamlaştırmak. Peki Tuna Erdem'in filmden bağımsız olarak toplum eleştirisi doğru mu? Bana göre doğru. Aileye ve düzene yamanmak, kendini beğendirmek, standartlara standartların dilinden kendini anlatmak durumunda kalmak ve hissetmek hakkında söylediği her şey altına imza atılacak doğrulukta, Tuna Erdem'i önceleyen bir fikri tarihe sahip eleştiriler. Bu eleştiriler bu filme adil bir şekilde isnat edilebilir mi? Edilebilir. Edilmiş mi? Maalesef hayır, edilebileceği varsayımıyla, savartılı bir tahminde bulunulmuş.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. 1: Festivalin iç düzenlemesi değil, yönetmenin festivalden özel ricası, bunu da yönetmenin kendi beyanından biliyoruz. 2. Yine yönetmenin kendi beyanı: "bu bir aile filmi, içinde marjinal kimse yok, iki kadının ya da iki erkeğin öpüştüğünü görmüyoruz". Aile filminin eşcinsel öpüşmeyi dışlamak anlamına geldiğini yine ben değil yönetmen söylüyor yani. 3. Entelektüel değil, politik yelken onlar. Tam adı asimilasyon politikası. 4. Yine yönetmenin yorumu bu. Boğazçi üniversitsinde Listag'lıları dinlemiş, ağlamış, filmi yapmaya karar vermiş. Bakanlıktan destek istemiş vermemişler, diyor ki "bakanlık yetkilileri gelsin filmimi görsün birlikte ağlayalım."
      Sanırım sorun yönetmenle yapılan röportajları bilmiyor olmanız, ben de belli ki iyi ifade edememişim ki bunları benim lafım sanmışsınız. Temelde yönetmen Can Candan'ın, Ayşe Arman'a ve Radikal'e verdiği röportajları kullandım ama anladığım kadarıyla her röportajında bunların izdüşümleri var zira inandığı, doğru bulduğu fikirleri dile getiriyor, tıpkı benim gibi.

      Sil
    2. 1. hangi beyanından? örnekleyebilir misin? 2. hangi beyanından? alıntılayabilir misin? 3. 4. ''Ailelerimizin yıkılışına, değerlerimizin yokoluşuna ağlayalım'' gibi aileyi kutsayan bir şekilde mi ağlamış? Yani ağlamanın gerekçesini, yönelim ve ruhunu eleştirebilmek için ona eşlik eden bir beyan, bir şey de olması gerekmiyor mu? Can Candan'ın kendi ağlama gerekçesine, yani fark ettiği hakikate, yönlendirmek gibi bir amacı olamaz mı? O hakikatin ne olduğunu somutlaştırmak gerekiyor. Film metni üzerinden değilse bile açık beyan üzerinden bu yapılabilmeli.

      Ropörtajlardan haberim yok. Eleştirim bir açıdan bunu da kapsıyor, çünkü konu hakkında okuduğum ilk yazı bu. Bu blog yazısındaki savlar, konu hakkında önceki yazılmış konulara link verilerek somutlansaydı, film hakkındaki yargı da şekli şartlardan bir bölümünü böylelikle yerine getirmiş olacaktı. Kimseyi böyle bir şekli şart formalizmine itme hakkım yok, ama herhangi bir iddianın somut olarak sunum aşamasında desteklenmesi o iddiayı daha görünür ve muteber kılıyor; desteklememesi ise hem iddianın hem de iddiaya gerekçe olan fikrin ve mütefekkirin haybeden elini ve itibarını zayıflatıyor.

      selamlar,

      (anonim çıkıyorum ama) otis

      (konuyu şurada tartıştık, oradan geldim: http://ff.im/1ebRmT)

      Sil
    3. Tüm beyanları aşağıda linkleri bulunan iki röportajda bulabilirsiniz.
      Şekli şartlar konusundaki hassasiyetinize tümüyle katılıyorum. Bu eksiği gidermeme vesile oluduğunuz için teşekkürler.

      http://www.f5haber.com/ntv-msnbc/gokkusagi-degil-aile-filmi-haberi-3676619/

      http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=22557316


      Sil
  12. Filmi görmediğinizi ve görmeyeceğinizi yazmışsınız. Filmin ismiyle anlatmak istediği birbirini tutuyor. Çünkü filmde sadece ebeveynler var. Dertleri de çocuklarını kaybetmemek.Bu kadar basit ve sıradan. Slogansız, dürüst ve içten sadece kendi yaşadıklarını, çaresizliklerini... Kimi yerde yaşadıklarına ağlıyor, kimi yerde gülüyor, kimi yerde kelimeler boğazlarında tükeniyor. Oynamıyorlar. Hatta korkuyorlar. Çocuklarını bir ucube, düşman gibi görmememiz için ( herkese, ona, bana, ötekine, kpmşuya, akrabaya ) çırpınıyorlar. zavallıca değil, sevgiyle, inançla. Umarım izlersiniz.

    YanıtlaSil
  13. Hayır, "herkese, ona, bana, ötekine, komşuya ve akrabaya" anlatmıyorlar, heteroseksüellere anlatıyorlar. Benim gibi, zaten ucube olmadığının farkında olan lezbiyenlerin, kimsenin ebeveyninden bunu dinlemeye ihtiyacı yok. Tam tersine, bu çaresizlikle, çırpınarak, anlatılan "herkes"in bir parçası olacağıma, ucube olmayı, samimiyetle tercih ediyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tuna, "Unknown"un da dediği "benim" ekinin gerekliği meselesi hariç yazınla hemfikirim ama benim yadırgadığım üstteki yorumda söylediğin şu, "ucube olmadığının farkında olan lezbiyenler" kısmı. Sapıklığımızla barışamadık gitti. "Evet, eşcinsellik sapıklıktır, çünkü karşıcinsellik de sapıklıktır." diyorum. Cinsellik sapıklıktır ve bunun nesinin yanlış olduğunu anlamıyorum. Bizi gündelik olan değil, gündelikten sapmak ve yükselmek tahrik eder. Karşıcinsel bir erkek olarak "ben sapıkmışım ya" demek benim için bir tekamül anıydı.

      Sil
    2. Temmuz, ucube ile sapık aynı şey değiller ve benim için arada ki fark çok önemli: ucube doğulur, sapıklık terch edilir.

      Sil
  14. Vallahi bence iyi ki de filmi izlemeden, sadece ismine ve afişine yönelik yazmissiniz bu yaziyi, zira filmin kendisinin yaninda fazla bile olumlu kaliyor. İyi ki derken ironi yapıyorum tabi, bana kalsa daha ağırını yazmanız da yerinde olur. Aile kavramini sorgulamayı geçtim, gerçekten "bir aile filmi" yapılmasını istiyor ve destekliyor olsak bile cok sorunlu bir film. Hala daha o zaman yasadiklari konusunda hungur hungur aglamalarindan, "o anı hatırlamak bile istemiyorum" gibi cümleler kurmalarından belli oradaki annelerin hala kabullenemedigi, hicbir zaman ciddi bir ozelestiri yapmamalari ve "bilmiyordum, bize boyle ogretilmisti" gibi cumlelerle o zamanki davranislarini mesrulastirmalari çok rahatsız edici. Olması gereken "minimum" seviyede çocuklarını kabul eden, bunu da zor başarmış, bu kadar zorlanmış olmalarını da empati kurulması ve üzerine ağlanması gereken bir durum olarak yansıtan bu ebeveynler, bu minimum seviyedeki kabullenme için takdir bekliyorlar adeta. Bizim de onlarla birlikte ağlayıp, çocuğunuzun lgbt kimliğini kabullenmek gibi bu "çok zor, neredeyse imkansız" şeyi nasıl da başarmışsınız, bravo dememiz bekleniyor. Aslında verdikleri mücadele, anlatışlarından da, çocukların büyük bir kısmının filmde görünmemesinden de çok belli ki, çocukları için bir mücadele değil. Kendi mücadeleleri, bir annenin mahalle baskısına karşı verdiği mücadeleden öte bir şey değil. Pınar Anne diyor zaten ya elalemi seçecektim, ya çocuğumu diye. Bu kadar gözyaşı dökülmesinin tek sebebi "elalem"e karşı gelmenin zorluğu. Yani öyle özellikle takdir edilecek, çok da matah bir şey değil. Film adeta pornonun izleyeni bosaltma amaci guttugu gibi izleyeni aglatma amaci guduyor, son derece aglak bir ortam var. Bir arada ağlayan insanlar birbirini de etkiliyor ve kolektif bir ağlama ortamı oluşuyor. Ortadaki her şey size çok saçma geliyor bile olsa böyle bir gözleriniz doluyor. Bu rezil film mantıklı düşündüğünü sandığım birçok insanda akıl mantık bırakmadı, zaten amacı da buydu sanırım. Sadece "olması gereken"i takdir edip ağlayan kişilere dönüştüler bir anda. Ayrıca bu yazıyı yazarak çok güzel bir şeye vesile oldunuz, LGBT camiasının büyük ölçüde nasıl da tahammülsüzlük taşıdığını, eleştirilerin haksız bulunmasını geçtim "yapılmaması gerektiğinin" düşünüldüğünü, farklı bir düşünce belirtildiğinde insanların nasıl da yazıyı referans bile vermeden "amaan o da saçmalamış" tadında, "ismi lazım değil bir kadın bir yazı yazmış" gibi cümlelerle cevap yetiştirme ve bir şeyleri kurtarma çabasında olduğunu görmüş olduk. Daha çok şey söyleyesim var bu konuyla ilgili ama bir blogun yorum kısmını bu şekilde doldurmak istemiyorum sanırım.

    sevgiler, d.

    YanıtlaSil
  15. cevap verdiğiniz için teşekkürler öncelikle. merhaba,

    Zaten mesele de bu değil mi? kimse robindon cruse gibi yaşayamaz. Yaşayamayacağı için sonraki hikayelerde yanına cuma diye bir karekter konulmuştur. bu insanların çocuklarını incitecek olan ve inceten o heteroseksüeller. konuşmaya konu olan insanlar hep bir birlikte bir ada satın alıp orada yaşamayacaklarsa, birlikte yaşamayı öğrenmeleri lazım. ki burada bu konuda dertlerini anlatmaya çalışanlar evet heteroseksüeller ama anlatıma konu olanlarda bir zamanlar heterosekeüel olmadıkları için kendilerini cezalandırıp, ucube yaftasını yapıştırıyorlar benliklerine. o ebeveynler bu süreçte en az zararla çıkmaları için bu "herkes"likten sıyrılıp ne olacaksa bana da olacak diyor ve çoduklarına sahip çıkıyorlar.
    Lezbiyen, gay, transeksüel, travesti kimliği olanlar ucube yada sapık değil. ama bunu sadece biz biliyoruz. o biz "herkes"le aynı ülkede yaşıyoruz ve yaşayacağız. kendi evinizde, kendi iş çevrenizde, kendi arkadaşlarınızla kendinizi mutlu ve huzurlu hissedecek ortamı oluşturmuş olabilirsiniz. ama bu imkana sahip olan kaç kişi var. kalanlar o "herkes"le yaşıyor.

    YanıtlaSil
  16. "Aile olmamak kötüdür" demek ile "aile kötüdür" demek arasında epistemolojik bir fark var mı gerçekten? Sistemin hiyerarşisinde "aile" iyi bir şeyken sizin yazınızda "aile" kötü bir şey olarak tanımlanıyor, ancak hakim söylemin hiyerarşik yapısı korunmuş oluyor sanki. Filme/afişe dair söylediklerinizin bir kısmına katılıyorum; queer'liğin ağlanılacak bir şeymişcesine sunulması, queer bireylerin çocuklaştırılması ve onların adına ebeveynlerinin konuşması gibi detayların kabül edilebilir olmadığı su götürmez. Ancak "aile kötüdür" demek "aile" nin anlamının sistem tarafından kusursuzca (değişmesi imkansız bir şekilde) sabitlendiğini, dolayısıyla "aile" nin kaçınılmaz olarak sistemin yararına çalıştığını ve sistemin mükmemmel işlediğini söylemek anlamına gelmez mi? Dahası, birbirinden keskin sınırlarla ayrılmış ikilikleri kuran, onlar tarfından kurulan yaygın söylem nasıl ki şeylerin/bireylerin anlamını sabitliyorsa (sabitlemeye çalışıyorsa), ikili mantığı bozmayan bir muhaliflik de aynı şeyi yapmaya kalkışmış olmaz mı? Böyle bir tutum kutupların hiyerarşideki yerini değiştiriyor elbette ve kuşkusuz önemli bir şey yapıyor. Ancak "aile"yi tümden çöpe atmayı önerirsek "aile"nin barındırabileceği/alan tanıyabileceği hiçbir ötekilik olmadığını varsaymış ve "aile"deki olası ötekilikleri kavramın/olgunun kendisiyle birlikte ihraç etmiş oluruz gibi geliyor bana. Ayrıca, iki şeyin asla yanyana gel(e)meyeceğini (queer-aile) söylüyorsunuz sanki. Bir başka deyişle "(cinsellik bağlamında) norm dışı olmak aileden (aileyi olumlamaktan) vazgeçmekle mümkündür" ya da "aileyi olumlayan, mevcut normları da kaçınılmaz olarak olumlamış olur" diyorsunuz sanırım. Bunu diyerek norm dışı olmanın normlarını belirlemiş olmuyor musunuz? Bundan kaçabilmek de mümkün değildir belki... Bu arada yanlış anlaşılmak istemem; bildiğimiz haliyle "aileyi" olumlamayı önermiyorum ancak hiyerarşiyi yeniden kurmaktan olabildiğince kaçınmak adına ailenin "başka bir şey olma" ihtimalini de dikkate almak gerekiyor bence. Tabii alieyi tümden ihraç etmeyeyim derken sistemle uyaklı hale gelmek de an meselesi... Bunun sistemin kucağına düşmeden nasıl yapılabileceğini tartışmak da gerekiyor elbette... 



    Ahmet Yüce

    YanıtlaSil
  17. Son derece zihin açıcı sorularınızın tümüne sanırım şöyle cevap verebilirim: ben aile ve egemen sistem diye iki ayrı "şey" algılamıyorum. Sistemi nasıl tanımlarsanız tanımlayın, adına ataerkil, kapitailist, heteronormatif, militarist, ırkçı, ne derseniz diyin, bu sistemin aile kurumu olmadan işlemesini mümkün görmüyorum. Yani benim baktığım açıdan, "aileyi tümden çöpe atmak" demek, tepeden tırnağa sisteme dair herşeyi değiştirmek demek, devrim demek. O yüzden öyle bir iki kişinin "önermesi" ile de olacak birşey değil. Bağlantılı olarak, "normdışının normlarını belirlemenin" bana kalmayacağından emin olmanın, gönül rahatlığını taşıyorum.
    Aslında, hiçbir şeyi belirlemenin bana veya herhangi bir tekil özneye kalmayacağından emin olmanın gönül rahatlığı ile, herhangi bir konuda kişisel fikrimi belirtmekten imtina etmiyorum dersem, sizinki dahil yazıya gelen tüm yorumlara verebileceğim en genel cevabı vermiş olacağım sanırım.

    YanıtlaSil