“Benim Çocuğum” dilbilgisi açısından yakından bakılmayı hak eden bir başlık. Çocuk kelimesine eklenen iyelik eki, sahiplenme anlamı taşıyor. Başka bir deyişle, “çocuğum” demek, zaten “çocuk benim” demekle aynı şey. “Benim Çocuğum” demek ise, çocuğu iki kez “sahiplenmek” anlamına geliyor. Bu çifte sahiplenme, hem baştan, hem sondan zapturapt altına alıyor çocuğu. Çocuk arada sıkışıp kalıyor, “sahipleri” ise bu kısacık cümleden aslan payını kapıyor. Böyle bakıldığında, başlık çok başarılı zira, projenin meramını özetliyor.
Afişte yer alan
ayakkabılarla bu çifte sahiplenilmiş çocuk kelimesi birleştiğinde ortaya başka
bir vahim durum daha çıkıyor. Malum “çocuk”, hem bir ailevi konumu, hem de
insan yaşamındaki bir dönemi ifade eden bir kelime. Bu kelimenin anlamlarından
ilki, kişinin belli bir ilişkiler ağındaki daimi yerini, ikincisi ise yaşam
döngüsündeki gelip geçici süreçlerden birini imliyor. Bu patikler “benim
çocuğum” ibaresine eklenince, söz konusu çifte kavrulmuş çocuk, ailevi konumu
itibariyle çocuk olmaktan çıkıyor ve çoktan gelip geçtiği bir evre olan
çocukluğa geri döndürülüyor, buraya kitleniyor. Başka bir deyişle, an
itibariyle reşit yetişkinler olan bir takım lgbt bireyleri, kendi adlarına
karar verme hakkı olmayan, korunmaya muhtaç, anne babalarının hükümranlığındaki
bebek muamelesi görmüş oluyor.
Çeşitli
röportajlarda filmin isminin seçimine getirilen açıklama şu: “Kızım” veya
“oğlum” gibi cinsiyet belirten sözcükler yerine, “çocuğum” tercih edilmiş.
Tabii bu açıklama, yukarıdaki sorunların hiçbirini “açıklamıyor”. Hem zamir,
hem ekle vurgulanan sahiplenme de, patiklerle yaratılan “çocuk” çağrışımı da
baki kalıyor. Patiklerin renginin mavi ya da pembe olmaması, bebekleştirmeninin
de olmadığı anlamına gelmiyor. Lgbt yetişkinlerine çocuk muamelesi yaparken,
cinsiyet ayrımı yapmıyor olmanın derin huzuruna erebilirsiniz tabii. Gerçekten
de tüm bu stratejiler, çok önemli bir huzura ermek için aslında: bu “çocuklar”,
ister kız ister oğlan olsunlar, “bebek” çağrışımlarına sahip olurlarsa, işin
içinde haşa bir cinsellik olmayacağını garantileyebiliyoruz. Kısacası,
cinsellik denince huzuru kaçan bir milleti yatıştırmanın en etkili yolları
aranıp bulunmuş gibi gözüküyor.
Sloganımızın daha
da sorunlu ikinci kısmına, tam da burada bağlanıyoruz: Bir Aile Filmi. Burada
“aile”, hayli evrensel bir toplumsal birimin, bir kurumun adı olarak değil de,
“aileye mahsus”, “aile salonumuz yukarı kattadır”, “hop aile var” falan gibi
cümlelerde kullanıldığı, son derece bize özel anlamıyla yani, “ar, namus haya”
garantörü anlamında kullanılmış oluyor. Aile Filmi, aile lokantası gibi bir
şey: Aileler için, ailelere özel, aileler tarafından yapılan bir film olduğunu
belirtiyor, sapları, sapıkları kapıda bırakıyoruz bu ibare ile. Aile filmini, ailenizle rahat rahat görebilirsiniz,
içinde cinsellik olmayacak, ayıp ve yüz kızartıcı kelimeler geçmeyecek, misal
asla bir lezbiyen ya da gey görünmeyecek beyazperdede. Aile Standartları Enstütüsü
onaylı filmimizde, sinema salonundan içeri damsız girilmeyecek, herkes haddini
bilecek, hizaya girecek, ailenin kutsiyetine kem gözle bakılmayacak, ana baba
sözünden çıkılmayacak, herkes vatana ve millete faydalı evlatlar olmayı bir kez
de bu film vesilesiyle belleyecek.
“Bir Aile Filmi”
sloganını görünce sinema salonuna girmek istememin sebebi de bu zaten. “Aileye
mahsus” ibareleri, tam da benim gibileri dışarıda bırakmak için var zira. Bu
film, yönetmenin özel isteği ile İf Bağımsız Filmler Festivali’nde lgbt
filmlerinin gösterildiği “Gökkuşağı Filmleri” isimli bölümde gösterilmiyor.
Öyle ya ne işi var bir aile filminin o sapık filmlerin arasında. “Benim
Çocuğum” festivalin “Ev” başlıklı bölümünde gösteriliyor. Hani “bekara ev yok”
da adı geçen ev, aile kurumunun ilk ve olmazsa olmaz adımı “evlilik”
kelimesinin kökünü oluşturan “ev”. Benim bu “ev”de
yatacak yerim yok, zira aile denen kurumun neresinden tutsanız elinizde
kalacağına inanan biriyim. Hayatımda yaptığım ilk entellektüel faaliyet, 18 yaşında
“Aile Sorgulanıyor” isimli kitabı çevirmek oldu. Aileyi bağırına basmadan önce
biraz olsun eleştirel mesafe kazanmak isteyen, aile kurumunun tarih boyunca
üstlendiği işlevleri öğrenmeye heves edenlere hala şiddetle tavsiye ederim. (Gerçi
mümkünse çevirisinden okumayın zira henüz ne İngilizcesi, ne Türkçesi yeterince
yetkin olmayan yeniyetme versiyonum tarafından çevrilmişti.)
İlk öğretimde öğretilen nadir gerçeklerden biridir, gerçekten de “aile toplumun temel
taşıdır”. Aile kurumu var oldukça, temelde bir şey değişmez toplumda. Toplumda yanlış olan ne varsa, aile
kurumunda temellenir ve topluma yönelttiğiniz herhangi bir eleştirinin ucunun
aile kurumuna değmemesi mümkün değildir. Hele de sosyal devlet mevhumundan
hiçbir açıdan nasibini almamış bizimki gibi toplumlarda, aile handiyse devlet
demektir. Ama devlet, ordu, polis gibi nice kuruma eleştirel yaklaşanlar bile,
iş aile kurumuna gelince yelkenleri suya indiriverir. Aile, okul, ordu,
fabrikadan farklı olarak içine girenleri öğütüp biçimlendiren bir kurum değil
de, alternatiflerini bireylerin yaratabileceği son derece esnek bir yapıymış
gibi sunulur. Bu esneklik tam da sizi kişi olarak muaf tutmak için uydurulur.
Çünkü çocuğunuz varsa, zaten “aman yanlış bir şey mi yapıyorum” diye sürekli
kıvranmaktasınız ve çocuksanız daha doğduğunuz anda hanenize yazılan borcun
altında ezilmektesiniz. Hal böyleyken, ne yaparsanız yapın kurum tarafından
biçimlendirildiğinizi, boşa kürek çektiğinizi duymaya tahammülünüz yok. Üstelik
öteki kurumlarla aranızdaki zincirler, ailedeki gibi sevgi ile mühürlenmiyorlar.
Kısacası akıl tutulması, tam da aile lafı edince başlıyor, aileyle birlikte
duygular alemine yelken açılılıyor, aklı selimin kıyısından uzaklaşılıyor.
Nitekim benim
çocuğum filmini çekme fikri, hüngür hüngür ağlayınca gelmiş yönetmene ve
aileden sorumlu bakanlığın çalışanlarını filme gelip birlikte ağlamaya davet
ediyor. Ayşe Arman da hüngür hüngür ağladığını beyan ediyor filmi izlediğinde.
Evet, aileler ile hüngür hüngür ağlatan duygusallıklar, gerçekten elele
gidiyorlar hep. Hem sinemada, hem tarihte, hem de misal bu aralar filmlerden
önce gösterilen “Karaca Porselen Takımları”nın reklamlarında. Sisteme entegre
olmanın daha kestirme yolu yok kuşkusuz, aileden vuracaksın, ağlatacaksın. Ağlamayana
meme yok, dilenmeyene hak yok, acıklı hale düştüğünü kanıtlayıp, bedelini peşinen
ödemeyene eşit muamele yok. Önce ailenin, herşeyden değerli olduğu konusunda
çoğunlukla hemfikir olduğunu kanıtlayacaksın. Ne kadar “marjinal” görünürsen
görün, ana babanın sözünden çıkmadığını, “iyi aile çocuğu” olduğunu göstereceksin.
En önemlisi aile, onu oluşturanlar kimse odur sanacaksın, içine gireni öğüten
bir makina olduğunu görünmez kılacaksın. “Bak tüm aileler öldürmeye
kalkmıyormuş çocuklarını bazıları da onlar adına mücadeleye giriyormuş demek
aile illa da kötü bir şey değilmiş” diyeceksin. Aileye bir destek de senden
gelecek, o zaman işte haklarına da kavuşursun.
“Ağlamayana meme
yok” tabii de, artık meme emme yaşını geçtiysen, bebek yerine konmayı da,
haklarını ağlaya zırlaya dilene elde etmeyi de, zaten hakkın olanı talep etmek
yerine, sadaka ister gibi rica etmeyi de, teyzelere ne de cici çocuk olduğunu
sahnelemeyi de, ağzına zorla, “senin iyiliğin” için meme dayamaya kalkılmasını
da istemeyebilirsin. Saygın, beyaz Türk, heteroseksüel aile bireylerimiz,
herşeyi doğru ve düzgün, kuralına uygun, hizaya girerek yaptıkları halde, “çok
şanssız” oldukları için, başlarına bu “büyük bela” geldi, lgbt çocukları oldu
diye ağlamak aklına gelmeyebilir. Hatta tam da bunu ağlanacak birşey olarak
gördükleri, gösterdikleri için kızabilirsin. Yıllarca kabul etmediklerini, her
çareyi arayıp, her tür baskıyı uyguladıklarını anlattıktan sonra çocuklarının
“özrünü” kabul etmelerini kahramanca bulup alkışlamak yerine, özür bile
dilemiyor olmalarına, çocuklarına özürlü muamelesi yapıyor olmalarına
hiddetlenebilirsin. Lakin o vakit, hayırsız evlat, nankör çocuk, marjinal
sapık, insan muamelesi görmeyi haketmeyen tehlikeli aile düşmanı oluverirsin. “Aile
elden gidiyor” çığlıklarıyla üzerine doğru koşmaya başlar, aileyi koruma
kanunlarını kuşanmış, aileyi kollama bakanlıklarından onay almış ezici
çoğunluklar.
“Marjinal değil,
senin benim gibi insanlar” diyor hem yönetmen, hem Ayşe Arman filmdeki aileler
için. Sanırım dananın kuyruğu burada kopuyor. “Senin benim gibi insan” olmayı
matah sayanlarla, saymayanlar arasındaki fark belirleyici olan. İnsanın “senden,
benden” çok farklı, hayal bile edemeyeceğimiz tezahürleri olabileceğine,
dünyada varolmanın kendi ana kucağımızdan görülenden bucak bucak farklı tarzları
bulunabileceğine inananlar için bir filmin cazibesi “senin benim gibi” olanı,
seni, bana indirgeyeni izlemek değil. Queer olanla olmayan, ana akım olanla
yoldan çıkan, iyi aile çocuğu ile onun bunun çocuğu arasındaki farka denk
düşüyor bu. Dünyanın birbirinden farklı, çeşit çeşit insanla dolup, rengarenk
olmasını mı istiyorsunuz, herkesin sizin gibi olmasını, tektip olmasını, griye çalmasını
mı tercih ediyorsunuz?
İlkini tercih edenler için fark, neşeyle kucaklanacak
birşeydir, ikinciyi tercih edenler için ise fark, ağlayarak katlanacak
birşeydir. Dolayısyla, ikinciyi tercih ediyorsanız, “Benim Çocuğum”a gidip
ağlarsınız. Zira film, kendinden farklı olana husumet duyan, farklı olanın
hakkını ancak empati yoluyla, yani ne yapıp edip, kendine benzetecek bir bakış
açısı yakaladığında ancak teslim edebilen, aile fabrikasında seri üretilmişler
için biçilmiş kaftan.
Bu arada tabii bu
filmde, henüz kendi hikayesini kendisi çıkıp anlatmamış, anlatmayı seçmemiş bazı
“çocuk”lar da var. Onların adına ana babaları konuşur, çocuklarının hikayesini
kendi bildikleri gibi anlatırlar, çocuklarının hayatının başrolüne de yine
kendilerini yazarlar. Öyle ya, sistemin istediği gibi yaşamasını engellediği,
hem de çocuklarını besleyip, büyütüp, okutacak parayı kazanmak adına, aileye zincirleyerek
engellediği ana babalar, yaşayamadıklarının acısını çocuklarının yaşamını
emerek çıkarmayacaklar mı?
Neyse duygusuz,
sinik, aile sevgisinden nasibini almamış biri olduğumu düşünüp geçin bunları
bence. Ben de Şule Gürbüz’ün mizahına sığınayım iyisi mi:
“’Aile ne manasız gaile’ sözü belki derin değil, hatta gayet hafif ama ben bu
sözü ağzımla söylerken, söz ağzımdan vallahi ayaklarıma kadar kayarak iniyor da
ben uçarı bir zevkle ve ‘Evet, tam da öyle,’ düşüncesiyle kaydıraktan kayıyor,
kayarken neşeyle etrafa bakıyor gibi oluyorum.”
Demem o ki, biz “aile
düşmanları” hiçdeğilse şen şakrakız, siz aile meraklıları ağlamaya devam edin.
Ya da Bahadır Baruter’in ailenin sözde mutluluğunun gerçek yüzünü ifşa ettiği sergisinin
adıyla, hoşçakalın: “Senin ailen bir yalan yavrum”.